April aynada kendini kontrol etti. Burada 1 ayı geçmişti bile. Kaldı 100 hafta diye düşündü. Hala şu görev denilen saçmalığı bulamamıştı. Belki de bulmuştu, ah bir de ne olduğunu bilseydi... Şu anda umutla 100 hafta sonra kurtuluşunu bulacağını düşünüyordu ama bu ölüm tarihi de olabilirdi. Fark etmeden görevi bulmuş olduğunu umdu ama görevinin bir otelde tıkılı kalıp orada çalışmak olmadığına emindi. Evet otelde kalmasının karşılığında oteldeki işlere yardım etmeye başlamıştı ve geldiğinden beri buradan çıkmamıştı.
Ve birde şu donuk bakışlı adam vardı... Adam her sabah çıkıp gidiyordu, surat ifadesi hiç değişmiyordu. Deniz gözleri donmuş, göz bebekleri tetikte bekleyen gümüş mızraklardı adeta. April en zayıf anında hayatına giren bu adamdan hiç hoşlanmamıştı en başta, gerçi onunla bu kadar yakınken bile adamdan güzel bir kelime ya da en azından insanca bir söz duymamıştı ki.
Ama ya şimdi? Bu soğukluk onu gördüğünde bir anda içini nereden geldiğini anlamadığı titremelerin kaplamasına ve kahve gözlerinin kehribar kıvılcımlarla aydınlanmasına engel miydi? Artık Charles ile tartışmalarını bile özlemişti, en azından onunla konuşabildiği zamanlardı...
Düşünceleri daha önce var olduğuna inanmadığı bir güçle değişime uğrarken her şeyi inkâr etmesi; Charles'ın buzdan denizlerini ateş gözlerinin ışığıyla ısıtıp keskin mızraklarını kehribarlarının ateşinde bir bir eritmeyi istemesine engel miydi?
Bu elmas kadar değer verip kalbinin kutularında özenle tutması gereken duygular iradesini yok edip benliğini kaplarken hala her şeyi inkar etmeye devam ediyordu. Ama aslında olmadığını düşündüğü duyguları inkar etmesi bile onlara sahip olduğunun kanıtı değil miydi?
İnkar etmek zorundaydı. Bu hayatı bırakmak zorunda kalacaktı. Uyansa da, ölse de...
Ve Charles her halükarda onun zayıf noktası olacaktı. İnkar etmese bile bu kendini kibir tuğlalarıyla ördüğü kış kalesinde güvende tuttuğunu zanneden yaralı adam onun için kapılarını açar mıydı?
April dehşetle bakışlarını aynadan kaçırdı. İşte ne zaman yansımasına baksa derinlerde sakladıkları kendi ağzından dökülüveriyordu. Şu an ise bunun için en kötü zamandı. İç dünyası ve beyni bile isteklerinden bağımsız hareket ederken elinde kalan tek şey ruhuydu. Yalnızdı, yansımasına baktığı bedenin kendisine ait olmadığını söyleyecekti yakında. Kendi aksine bakarken yalnız hissetmek... Ne kadar da acıydı. O binlerce kez okuduğu üç harf bin bir bıçak gibi nasıl da kalbine batıyordu.
Odasından çıktığında artık bu otele alışmıştı, zorunda olunca alışıyordu insan işte... Tek tesellisi artık otelde bir kaç diğer müşterinin de bulunmasıydı. Ne kadar kalabalık o kadar iyiydi, tabi köşe bucak kaçtığı kuzey denizi gözlerle arasında sadece incecik lila bir oda duvarı duruken onlara kim engel olabilirdi?
Olurdu işte, görünmez duvarlar engel olurdu, kalbe batmış sımsıcak demirden anılar engel olurdu, geçmiş engel olurdu...
Ya da hepsi elmas duygunun kapladığı kalp kutusunun derininde birer anlamsız kelimeye dönüşebilirdi.
Aynadaki yansımasına son kez bakarken düşündü. "Kimse bunun kolay olacağını söylemedi ki."
Aslında şu an içini sevince boğması gerekirken yavaş yavaş değil açgözlülükle kemiren bu elmas kalbine o gün oturmuştu. Düşünce deyip bir kenara attığı duygu kırıntıları o an alevlenivermiş, hiçbir şeyi önemsemeden pamuk ipliğine bağlı hayatının merkezine taht kurmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kusursuz Tesadüf [Beklemede]
RomanceCharles Anderson. Bay Mükemmel. New York'ta yakışıklı bir kalp cerrahı. Sadece hayat kurtarırken kapısını araladığı buzdan kaleye hapsolmuş bir kalp. Birkaç "küçük" hata. O öldü. Mecazen. Uçağa atlayıp kendisine ikinci bir şans verene kadar. April...