Yeni yaşamına başladığından beri yaptığı gibi bulaşıkların başına geçti April. Oflamadan durmak o an onun için çok zordu. Sinirliydi. Her ne kadar bahane bulmaya çalışsa da bu sinir kendineydi ve bunu kabullendikçe kızgınlığı daha da artıyordu.Hayatının, birkaç güzel saat yaşadın diye sihirli değnek değmiş gibi değişeceğini sanırsan böyle olur. dedi çok güvendiği ama bugünlerde onu fazlaca sinir etmeye başlamış olan beyni.
Yalan mıydı? O bir Nicholas Sparks romanında değildi ki. Onun aşkını bulmak için bile ölmesi gerekmişti ve mutluluk zamanı bile kısıtlıyken nasıl bir masaldaymış gibi kolayca mutlu sona ulaşmayı dileyebilirdi? Elinden gelen tek şey çaresizce beklemekti ve bu yaşanabilecek en kötü his olmalıydı.
Kahretsin, kim ne zaman öleceğini bilmek isterdi ki, hem de aşkıyla sonsuzluğu dilerken?
Elindeki tabakları ovaladıkça sinirinin uçup gideceğini umdu. Evet sadece umdu çünkü öyle bir şey imkânsızdı.
2 hafta geçmişti ama daha çok 200 yıl geçmiş gibiydi. Değişim ve yaşananlar açısından değil elbette. Değişen tek şey Stella ve John'un Avustralya'ya geri dönmesi ve bu sefer yanlarında Eva ve Steve'i de götürmeleriydi. Artık zaten sakin olan küçük otel daha da sessizliğe gömülmüştü. April o an izafiyet teorisinin bulunduğu güne lanet etti. Göreceli zamanmış, bundan daha büyük bir işkence olabilir miydi?
April bitmeyen monotonluktan çıldırmak üzereydi. Muhteşem bir yeniyıl ve masal gibi bir gece yarısı geçirmişti. Hani yeniyıla nasıl girerse öyle geçecekti? Bunu ona söyleyen onu tekrar görmezden gelirken dilekleri nasıl gerçek olacaktı?
Cennetin sürprizi gölde yaşadıklarının ve Charles ile beraber söyledikleri şarkının içinde saklı itirafların büyüsünde April'ın duyguları daha da vazgeçilemez bir hal almıştı. Fakat tüm olanlara rağmen Charles nasıl daha da soğuk bir tavra bürünebiliyordu? April onu düşünmeden bir salisesini bile geçiremezken, yakınındakine olan özlemi aldığı her nefeste daha da acı verici bir hale gelirken Charles nasıl hiçbir şey olamamış, hayatlarını değiştirecek doğruların açığa çıkmasına kendisi de katılmamış gibi yanından geçip gidebiliyordu?
Bu aralarında kara bir kedi gibi dikilen ve tüm bu soğukluğun muhtemel nedeni olan geçmiş neden bir türlü defolup gitmiyordu?
Üstelik April o saklı göldeki kayığın ve kartların en başta Charles'ın planı olduğuna emindi. Her ne kadar Charles saklamaya çalışsa da. Yaşananların bir anlamı olmasa kalbinin götürdüğü yer nasıl doğru yer olabilirdi ki?
Bir dakika, peki ya gittiği yerin doğru olduğunu sadece kendisi düşünüyorsa? Belki de en başta orada olmaması gerekiyordu. Belki o zaman hiçbir halükârda geri dönüşü olmayan yoğunlukta hislere kapılmazdı. İçindeki bir zamanlar şimdi hissettiğine oranla küçücük kalan kıpırtıları aşabilirdi. Neden sıcacık evinde oturmamıştı ki?
Düşüncelerini def etmek için kafasını iki yana salladı. Derinlere gömüldükçe saçmalamaya başlamıştı. Ne olursa olsun, zamanı geriye sarabilse yine o dikenli duvardan geçer mavi elmaslara ulaşmak için elinden geleni yapardı.
Çünkü ne düşünürse düşünsün Charles'a yakın olma isteği her şeyi delip ruhunu ele geçiriyordu ve hep de öyle olacaktı, içten içe bilmek değildi bu, bayağı bayağı emindi April. Hiçbir şeyden emin olmadığı kadar.
April düşünce alemine dalmışken nihayet bulaşıkları durulamayı da bitirmişti. Arkasına döndüğünde ise zar zor taşıdığı elindeki 10 tabağın yere düşmesi kaçınılmazdı.
Charles kapıya doğru yaslandı. Ve sinirli olduğu her halinden belli olan aşkını izlemeye başladı. April'ın derin derin ne düşündüğünü merak etti.
O geceyarısından sonra ne April'a bakabilmişti ne de onunla konuşabilmişti. Nasıl bir şey yaşıyordu böyle? Daha önce yaşadığı aşk ise şu an yaşadığı neydi? Ateşlere atılmış gibi çırpınmasına bu minik kız nasıl sebep olabiliyordu?
Minik mi? Kimi kandırıyordu ki? Kocaman gözlerinden çıkan yanan kıvılcımları kendi gözlerinin soğuk maviliği bile söndüremezken yaşadığı aşk, karşısındaki kadını var olan tüm evrenlerin ulaşılmaz güzellikteki taçsız kraliçesine dönüştürürken, ruhları zamanın ve yaratılışın ötesinde buluşurken, bedenleri neydi ki?
Sonra bir anda April arkasını döndü. Ne yazık ki (!) Charles fazla dalmıştı ve hala ordaydı. Sonra aralarına yerleşmek için tetikte bekleyen garip sessizlik muhtemelen tüm Yeni Zelanda'da duyulmuş olan, tabakların kırılma sesiyle bozuldu.
İkisi de bir an donup kaldılar. Acıyan yüreklerine karşı savaş verirken.
Tik...
Tak...
Tik...
Tak...
Tik...
Tak...
April birkaç yüzyıl gibi hissettiren birkaç dakikadan sonra gerçekliğe dönerek kırık tabaklara doğru ilerledi. Yinede tüm bu paramparça olmuş seramik yığını, hayallerinin kırıklığının yanından bile geçemezdi. Hala düşünme yeteneği yarı saydam bir camın arkasında kalmış olacak ki narin elleriyle kırık parçaları toplamaya başladı.
Charles o anda sanki bin amperlik bir elektrik akımına tutulmuş gibi kendine geldi. Şimdi duygularını bir liseli gibi yaşamanın zamanı değildi. Hemen April'ın yanına koştu.
"April delirdin mi? Bekle, yoksa elini keseceksin." April bir saniyeliğine ona baktı ama sonra keskinliklerine aldırmadan parçaları toplamaya devam etti. Demek şimdi onun dikkatini çekebilmişti. Acı bir şekilde gülümsemekten kendini son anda alıkoyabildi.
Charles April'ın umarsızca kırıkları toplamaya devam etmesi üzerine onun elini tuttu. Neler olduğuna anlam veremiyordu ama onu bir an önce durdurmalıydı yoksa hastaneye gitmeleri gerekecekti ve Charles'ın kalbi April'ın kesik elinden daha çok sızlayacaktı.
April'in kristal gözleri, onu engelleyen eller karşısında kocaman açıldı. Artık aklını kaplayan yarı saydam cam, içindeki ateşlerin buharıyla opaklaşmış, klostrofobik mantığı ise hızla yuvasından uçup kalbine konmuştu.
Biraz daha böyle kalırlarsa April elektrik akımından ölebilirdi. Daha sonra da Charles muhtemelen yine olanları umursamaz ve yıllar sonra onun hayatından film yapardı: "Benjamin Franklin Olmak İsteyen Hayalet Kızın İbretlik Hikayesi". Aslında tüm muhtemel senaryolarda kendisi bir şekilde başrol oluyordu ve April, Charles ile bir romantik komedinin baş kahramanı olmak yerine heyecandan ölüp onun ilhamı olmaya da razıydı. Bu ilham yüzyılın en acayip filmine sebep olsa bile...
Dedim ya mantığı uçup gitmişti. Kalbinin dedikleri de bir yere kadar doğru oluyordu işte.
Tam da okuduğu gibi. 'Kadınların içgüdüleri %80 doğruyu söyler.' Demek ki o hayatının en önemli kararlarında % 20 lik kısma düştüğü için hem dış hem de iç dünyası bu kadar sarpasarıyordu.
Evet sonunda aradığı cevabı bulmuştu ama bu aydınlanma, gerçek dünyada geçen zamanın uzunluğunu ve kendi sessizliğinin Charles'a yaşattığı adeta iradesini sınayan duyguları değiştirmiyordu. April bir an önce elini çekti ve hızlı adımlarla odasına doğru ilerledi. Kırık tabaklar bekleyebilirdi. Önce delirmemenin bir yolunu bulması gerekiyordu. Böylece yepyeni bir düşünme süreci başladı.
Charles 3. Dünya Savaşından kaçar gibi bir hızla yanından uzaklaşan April'ın arkasından bakakaldı, artık bu duruma bir çözüm bulmak zorundaydı.
Sonra sanki tabakların kırılması sonucu olanlar yeni fikirleri tetiklemişti, beyninde bir ampul parladı.
Artık acıdan başka bir şey vermeyen güvenli çemberlerden çıkmanın zamanı gelmişti.
***
Yazardan Not: Okuduğunuz için teşekkürler :)
Evet bu bölüm biraz kısa oldu fakat diğer bölümde olacaklar için bu bölümü böyle yazmam gerekiyordu.
Lütfen vote ve yorumlarınızı eksik etmeyin, hepinizi seviyorum.
Mutlu kalın:)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kusursuz Tesadüf [Beklemede]
RomanceCharles Anderson. Bay Mükemmel. New York'ta yakışıklı bir kalp cerrahı. Sadece hayat kurtarırken kapısını araladığı buzdan kaleye hapsolmuş bir kalp. Birkaç "küçük" hata. O öldü. Mecazen. Uçağa atlayıp kendisine ikinci bir şans verene kadar. April...