Charles otelden dışarı adımını attığında artık gece tamamen aydınlığa karışmış ve geçmişte kalmıştı. Yine de daha kimse uyanmamıştı. O günden beri her sabah otelden böyle erken ayrılıyordu.Her sabah April'in eşsiz gözlerini görmeye dayanamıyordu artık. O iki çikolata parçasına saatlerce derin derin bakmak istemekten korkuyordu. Izdırap çekmekten yorulmuştu. Bir kere olmuştu seven taraf, onda da ölmüştü. Sonra hep sahte sevgilerin odağı olmuştu. Yüreğinin kanayan her damlasının karşılığında, sahte bir güzelin timsah göz yaşlarıydı intikamı.
Ama kendini güvende tutacak tüm o buzlar, kapılar, kafesler bir bir kırılıyor ve eriyordu artık. Çünkü bu kız ne yalancı güzellikle onun karşısına çıkıyordu ne de ondan bir şey istiyordu. Tek yaptığı ona bakmaktı.
Bakmak kelimesi bile anlamsız kalırdı o ateş damlası gözler için. O gözler kapkara gözlüklerin arkasına saklanıp bakmıyordu Charles'ın yüzüne çünkü. Narin ama azimli bir ruhun tüm parçalarıyla Charles'ın acı çeken ruhunu görüyordu.
Sonra ateş gözler ne kadar yansa da göz yaşı damlamıyordu bembeyaz yanaklardan, Charles'a acır gibi. Yerine o küçük, dolgun, çekingen, pespembe dudaklar Charles'ın tüm yaralarını sarmaya gücü yetecek sıcacık bir gülüşle aydınlanıyordu. O aydınlık; geçmişi unutturuyordu, engelleri yok ediyordu, umut doluydu. Ne zaman dinliyordu ne de uzaklık.
Nasıl bir gülüştü ki o; Charles' ın acıdan kıvrandığı, ölmek istediği uykusuz geçen geceleri silik, önemsiz birer anıya dönüştürebiliyordu?
Güneş bile ne kadar çabalasa da kutbun kalın buzları akıp gitmiyordu. Peki bu gülüş nasıl bir içtenlik ve aydınlığa sahipti ki Charles'ın kalbindeki, yanında buz dağlarının sönük kalacağı, soğukluğu buharlaştırıveriyordu?
Sonra o her ne kadar bakmaya korksa, kıyamasa da tüm ayrıntılarını geri dönüşü olmayan bir yolla aklına kazıdığı kadını düşündü. O zaman anladı. Onu bu kadar yakan, hayatını değiştirmeye başlayan şey bir tek o gülüş ya da o büyük gözler degildi.
O gülüşü anlamlı kılan saf ruhlu kadını seviyordu Charles.
***
April son olarak yemek işini de hallettikten sonra piyanonun olduğu odaya geçti ve soluklanmak için bu otelde en çok sevdiği şeylerden biri olan yeşil mindere oturdu. Evet yalnız kalmıştı bugün ama burası onun evi değildi, buranın bir çalışanıydı ve sorumulukları vardı. Giden misafirlerin ardından temizlik işleriyle uğraşmıştı. Buraya geldiğinden beri alışmıştı ev işi yapmaya. Sonra bahçe ile uğramış, yemek pişirmişti...
Ama şimdi yapacak bir şeyi kalmamıştı. Hiçbir şey yapmadan uzanmayı sevmezdi. Her zaman elinde eski bir kitap olurdu, ya da kulağında bir müzik. Şu an ikisini de yapabilirdi. Kalbinin sesini ve ağrıyan başını dinledi. Karşısındaki beyaz piyanonun başına oturdu. Tuşlara dokundu. İşte sonunda onu çalacak fırsatı bulmuştu. Çalacağı şarkıyı düşünmeye başladı. Kimse olmamasına rağmen heyecanlıydı. Buraya gelmeden önce de birkaç ay piyano çalmamamıştı.
En sonunda kendini parmaklarından dökülen melodilere bıraktı. Müzik beyinden gelmez di ki, yürekten gelirdi. Ruhun gıdasıydı ahenkli notalar.
İlk notaları bastığında bir anda içini o tanıdık canlılık hissi kapladı. Artık bambaşka bir evrendeydi. Sonunda dilinden de bu notaları tamamlayacak sözler dökülmeye başladı.
What would I do without your smart mouth (Ukalaca sözlerin olmasa ne yapardım ben)
Drawing me in, and you kicking me out (Beni kendine çekişin ve defedişin olmasa)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kusursuz Tesadüf [Beklemede]
RomanceCharles Anderson. Bay Mükemmel. New York'ta yakışıklı bir kalp cerrahı. Sadece hayat kurtarırken kapısını araladığı buzdan kaleye hapsolmuş bir kalp. Birkaç "küçük" hata. O öldü. Mecazen. Uçağa atlayıp kendisine ikinci bir şans verene kadar. April...