Bir milim dahi kıpırdamamıştı gözlerindeki öfke. Kıpırdamasını beklemiyordum gerçi ama yinede, bu bakışların odağında olmak insanı geriyordu.
"Ne istiyorsun?" dedi argo kullansa daha az acıtacak kadar sert çıkmıştı sesi. "Şimdi mi aklına geldi Türk olduğun?"
İnsan sinirlendiği zaman gerçek yüzünü gösterirdi. Müzeyyen bana gerçek yüzünü gösteriyordu. Keşke bilseydi diyordum kendi kendime. Keşke bir kişi daha bunu bilseydi. Dönemeyebilirdim. Ama eğer dönseydim, bir kişinin daha bana en başından güvenmesini isterdim. Bilmeseydi bile bana en başından güvenmesini isterdim. Ama eğer bu isteğim gerçek olsaydı, belkide bu kadar ilerleyemez, içlerine bu kadar derinden giremezdim. Düşünmem gereken milyonlarca can vardı. Bunun için en sağlıklısı sadece bir kişinin bilmesiydi. Zaten o bir kişide, bütün güvenime sahip biriydi.
"Pişman olacağın şeyleri söyleme," dedim geleceğe laf atarak. "Ölüm sokaklarda kol gezerken, bir kalbin kırılmasını istemezsin. Sen böyle birisin."
"Sen de öyle biriydin!" dedi dişlerinin arasından. Öyle biri olduğumu biliyordum. Nitekim, bunu ben dışında bir düşman askeri daha biliyordu. "Lakin... Kendi kanından olan insanları sattığında, ne kadar alçak biri olduğunu gösterdin!"
Türkçe konuşmak. Türkçe anlamak. Türkçe düşünmek. Buna ne kadar muhtaç olduğumu, kanıma ihanet etmediğimi nasıl anlatabilirdim bilmiyordum. Büyük ihtimalle anlatamazdım. Zaten anlatsam dahi, bana kör olan gözleri ve kulakları, ne görebilecek ne de duyabilecekti.
"Sana ne vaatte bulundularda böyle kuyruğunu kıstırıp kaçtın?" dedi samimiyetten yoksun, alay ve kırıcılık barındıran ses tonu.
Sinirden elleri titremeye başlamıştı. Eğer, yakınlarda bir yerde bir silah olsaydı hiç düşünmeden beni vururdu. Daha önceki üç kurşun acıtmıştı ama onun beni vurma düşüncesi dahi o üç kurşun kadar canımı yakıyordu. Kim bilir, vursaydı nasıl canım acırdı...
"Susuyorsun!" dedi.
Susuyordum. Çünkü bana bir vaat sunulmamıştı onlar tarafından. Zaten vaatle iş yapacak biride değildim. Keşke bunu hatırlasaydı... O kaldırımların, üzerine çizdiğimiz karelerin çizgilerine basmadan zıpladığımız o günleri, keşke hatırlasaydı...
"Haklısın." dedim, ikimizde haklıyken bi tek onun haklılığını dile getirerek. Ne de olsa, hiçbir şeyi bilmiyor, söylenilen şeylere ayak uyduruyordu.
"Elbette haklıyım!" dedi burnu havada bir şekilde, kendini zirvede gören bakışlarındaki öfkeyle.
Elbette haklıydı.
Keşke biri bana, benimde haklı olduğumu söyleseydi. Çünkü kendi kendime söyleyince, kendimi kandırmış gibi hissediyordum.
"Ne istiyorsun diye tekrar sormama gerek var mı?" dedi.
"Yok." dedim başımdaki örtmeyle yüzümü güzelce saklayarak. "Hatrım varsa hiçbir şeyin nedenini sorma."
Yüzüme bakmakla yetindi. Demek ki kırıntı dahi olsa, bir hatrım vardı.
Çantamdan küçük bir kağıt çıkarıp ona uzattım. Parmak uçları dahi tenime dokunmadan, elimden kağıdı aldı. "Açma." dedim.
"Yiyecek miyim?" dedi, dalga geçer gibi. "Evet?"
"Thomas'a birinin üstünü verdim, ona bugün o üstü götürecek. Senin yanına gelir büyük ihtimalle. Hiçbir şüpheyi üstüne çekmeden, bu kağıdı o üstün içine koymanı istiyorum." dedim. Upuzun, Türkçe cümle...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1920| kalplere sızmış işgal.
RomanceAlbay, işgali yanlış anlamış olmalıydı. Yoksa kalbime bu denli sesli bir biçimde girmiş olması akla kâr değildi. İşgal sokaklarda ve kalplerimizdeydi.