25

159 18 2
                                    

Maria, Maria, Maria. Her attığım adımda benim olmayan ismimin kulaklarıma ulaşıyor olması garipti. Ben bu topraklarda doğmuş, büyümüş, genç olmuş, hain olarak bilinmiş, İngiliz gibi dolaşmış, kendini ifşa etmiş ve Türk olarak geri dönmüştüm. Benim adım hiçbir zaman Maria olmamıştı. Hiçbir zaman olmayacaktı.

"Maria." dedi biri.

Maria kimdi?

Bana seslenmemişti.

Ben Sezen'dim.

Alnıma silah dayandı. Kapıdaki, Mustafa Kemal Paşa'nın bulunduğu binanın kapısındaki adam alnıma silah dayadı. Bitmemişti. Ben özgürlüğü ilan etmiş olsam dahi bitmemişti. Çünkü kimse bilmiyordu. İnsanların sık olduğu bir vakitte buraya kadar gelmem dahi bir mucizeydi.

Korkmayıp beni vursun istedim. Kendimi açıklamaya dermanım yoktu. Yaşadığım için suçlu hissediyordum. Orada onu tek başına neye terk ettiğimi bilmiş olsam dahi gittiğim için suçlu hissediyordum. Bu duyguya alışmak istemiyordum. Bazı alışkanlıklar can yakardı. Ne canını ne de canımı yakmak istemiyordum. Onun canını yakmazdım. Yakamazdım. O kurtarılmalıydı. Çünkü ben değmezdim. Ben buna değmezdim. Ben bunu yapamazdım. Onu orada bırakamazdım. Gitmem gerekiyordu. Geldiğim gibi gitmeli, koşa koşa geldiğim yirmi dakikalık yolu koşa koşa on üç dakikada gitmeliydim. Çünkü ona yedi dakika dahi geç kalmak kenarıda dursun, yedi adım dahi geç kalmak istemiyordum.

"Maria Hanım," dedi dişlerinin arasından. "Buraya gelme amacınız nedir?"

Kurtarmak. Onu kurtarmak. Tek isteğim buydu. "Bak," dedim alnıma dayadığı silahı göstererek. "Bu kurşunu sıkarsan kaybederiz."

"Biz kaybederiz Maria Hanım," dedi silahın emniyetini indirerek. "Siz değil."

"Sezen," dedi Mustafa Kemal Paşa, merdivenleri dikkatlice ve hızla inerek. Halimi anlamak ister gibi beni incelediğinde gözlerimdeki doluluğu artık yok sayamıyordum.

"Paşa'm," dedim şiddetli bir tsunamiyi andıran yaşlarımı gözlerimde tutamayarak. "Başardım."

"İçerde konuşalım, gel." dedi koluna girmemi sağlayıp beni çalışma odasına sokarak. Çalışma masasının önündeki sandalyelerden birine oturdum. Karşımdaki sandalyeye oturup bana bir bardak su uzattı. Uzattığı suyu aldım.

Bir şeyler olduğunda konuşmam için ısrar etmezdi. Anlatmamı beklerdi. Sonra düşünür, bana yardım eder ve destek olurdu.

"Ailemi öldüren askere mesaj yolladım. Eğer biri beni öldürecekse bunun o olmasını istedim. Beni öldürmesini bekledim. Su istedim. Çünkü çok toz vardı ve boğazıma yapışmıştı. Suyu getirdi ama elleri yoktu. Elleri oradaydı ama yoktu. Onu ararken suyun yarısını döktü. Elimi açmayı, suyumu içmemi ve o sırada kendi ellerini arayacağını söyledi. Ben suyu içtim o ellerini bulduğunu sandı. Yere oturdu, yere koyduğum bardağa baktı. Su istediğimi hatırladı. Suyu getirdi. Ellerimin bağlı olduğunu hatırladı, suyu içirdi. Kendini tanıttı. Merlin'di. Hector'du. Askerdi. Ben ellerimi zincirlere dolamış, içimdeki bir umutla yaşamayı bekliyordum. Çünkü Maria olarak ölecek olmak hem insanlığımı hem kişiliğimi hemde beni çıkmaza sürüklüyordu. Ona sokakta yürüyen kaç insanı vurduğunu sordum. Hatırlamadı. Nedenini sordum. Cevap verdi. Delirmediği için bunun bir lütuf olduğunu söyledi. Ellerini bulduğu için mutlu olduğunu söyledi. Amacımı bulamadığı için sinirlenmişti. Korkmadım. Ama yinede yaşamak istedim. Amacımı sordu. Ellerini o sokakta mı kaybettiğini sordu. Delirmediğini söyledi. Silahı bana kaldırdı. Delirdiği halde neden onunla konuştuğumu sordu. Amacımı sordu. Silahın namlusunu şakağına dayadı. Ellerini bulmak istediğini söyledi. Tetiğe bastı. Gözleri açık kalmıştı. İçimde yaşama umudu vardı ama yerimden kalkmadım. Ağzımı bir bezle bağlayıp, zincirleri bileğime doladım. Kaç saat bekledim bilmiyordum. Sonunda bir araba sesi geldi. İki insanın adım sesi. Birinin adım sesi tanıdıktı. Çok tanıdıktı..."

1920| kalplere sızmış işgal.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin