Tam şu an toz ve bulut olmak istiyor, yağmaya başlayan kar gibi hiçkimseye değmeden hayatımı yaşamak istiyordum. Ama bir kar tanesi olmak için yirmi beş sene geç kalmıştım.
Beni öldürmek ister gibi bakıyordu, hain olduğumu öğrendiğindeki gibi bakıyordu. Çevremdeki herkes gibi bakıyordu, benden nefret ediyordu. Bir zamanlar bana dostça yaklaşan parmakları şimdi bana yumruk atmak ister gibi sıkıca avuç içlerine batırılmıştı.
Korkuyordum.
Eksilere düşmüş hava değil, birkaç sene evvel sıcacık bakan gözlerin, şimdi nefrete olan teslimiyetine tanıklık etmek üşütüyordu beni.
Korkuyordum.
İyi ki dediğim 13 Kasım 1920 gecesinin sorumluluğu yine hatırlatmıştı kendini omuzlarımın üzerinde. Hayat yüklüyordu ağırlıklarını, bir bayırın başına bırakıp ordan çıkmamızı istiyordu, izliyordu. Hayata yenilmeyecektim, o bayırı çıkacak, o güzel manzarayı bir gün görecektim.
Korkuyordum.
Sinirinden dolayı gözlerinde şeffaf bir tabaka birikmişti, parmak boğumları beyazlaşmış, karşısında düşmanı varmış gibi sert bir soluk almıştı. Ben düşman değildim, vatanı için vatan haini olan Sezen'dim.
"Sen..." dedi dişlerinin arasından adeta tıslarcasına. "Ne hadle ayak basarsın buraya?!"
"Bir sorun mu var?" dedi yaklaşan adım sesleriyle beraber. Elini, hiç unutmadığım yükümü hatırlatmak ister gibi omzumun üzerine yerleştirdiğinde baştan ayağa titremiştim.
"Hayır, yok." dedim Müzeyyen'in gözlerine kısa bir süre bakıp, ela gözlerine bunca acıya rağmen sevgi dolu bir şekilde bakarak. "Hanımefendi bir kağıt düşürmüştü, onu vermek için peşine takıldım."
Bendeki bakışlarını Müzeyyen'e kaydırdığında, inanmamış gibi gözüken yüz ifadesiyle bana geri döndü.
"İngilizlerin buraya girmesi yasak değil miydi general?!" dedi Müzeyyen kötü bir aksanla. "Böyle anlaşılmıştı!"
"Sesinizi yükseltmenizi gerektirecek bir şey yok, Hanımefendi." dedi tane tane ama içten içe ne denli sinirlendiğini bir tek ben anlıyor olmalıydım, çünkü bana bakarken; mazeretimi sunmuş olmama rağmen burda neden olduğumu sorgular nitelikte bakıyordu.
Bakışları elime kaydığında, küçük bir baş hareketiyle ne yapmam gerektiğini anlatmıştı bana. Elimdeki kağıdı, Müzeyyen'e uzattığımda tırnaklarını elime geçirerek aldı elimden kağıdı. Canımı yaktığını düşünüyor olmalıydı ama hissetmemiştim acısını. Sinek ısırığı gibi gelmiş ve geçmişti, diğerlerinin yanında bir hiç gibiydi.
"Bir daha olmasın!" dedi kahverengi gözlerindeki nefret hâlâ yerini koruyordu. Ben de kendimden nefret ediyordum.
"Üzgünüm, benim kabahatim." gülümsemiştim ama sol tarafımdan küçük bir damla süzülmüştü yanağıma.
Albay elimi tuttuğunda adımlarımız kaldırımları dövmeye başlamıştı. Başımı çevirip ardıma bakamıyordum bile, bir zamanlar çevremdeki en yakın arkadaşım olan ama beni anında hain ilan eden kişiye. Ne kadar acıydı ama... Ne kadar acı...
"Üşüdüm." dedim hiçbir şey yaşanmamış gibi. Adımlarını durdurup kızıllaşmış elalarını, mavilerime kenetledi.
"Ne işin var senin burda?!" dedi sinirle. "Peşine adam mı takmamı istiyorsun? Ateş hattının yakınında olan bir yere dahi gitmek yok diye konuşmamış mıydık biz?!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1920| kalplere sızmış işgal.
RomanceAlbay, işgali yanlış anlamış olmalıydı. Yoksa kalbime bu denli sesli bir biçimde girmiş olması akla kâr değildi. İşgal sokaklarda ve kalplerimizdeydi.