Günler aynı.
Sabah kahvaltısız çıkıyorum evden. Donghyuck'un onlarca kez beraber kahvaltı yapalım yalvarmalarının eşliğinde zorla elime tutuşturduğu atıştırmalıklarla hastaneye yolu uzata uzata gidiyorum. Hastanede her şey yoğun. Şefim benden gösteremeyeceğim ölçüde bir çaba istiyor. Ben ise mesainin son saatlerinde beni bırakması için gözlerinin içine baka baka yalvarıyorum. Hiçbir şey söylemiyor. Ne karşı çıkıyor ne de onaylıyor bakışlarımı. Sessizce uzaklaşıyor benden.
Bazen uzun güzel saçlarıyla genç kadın geliyor yanıma. Ona hala ev adresimi söylemesem de haftada iki üç kez hastaneye geldiği her an söylemem için diretiyor. Bana yemek ısmarlıyor, solmuş mavi saçlarımı yeniden boyamayı teklif ediyor, güzel resitallerini gösteriyor, ara ara gelecek planlarından bahsediyor ve o planlara beni de dahil ediyor.
Sonra eve gidiyorum. Donghyuck ile iki üç kadeh bir şey içtikten sonra sessizce odama çekiliyorum.
Bu keyifsiz ama bir o kadar da umrumda olmayan sürecimi bozan tek şey babamdı. Her gün karakola gidip ülkeden kaçmadığıma dair bir belge imzalamam gerekiyordu. Evin yakılması konusunda bana dava açmıştı ve yüksek ihtimal kazanacaktı. Davanın görüleceği ilerdeki o kötü günler gelmeden önce daha az kötü günlerle hayatımı geçirmeye çalışıyordum.
Kendime bir bilgisayar almıştım. Fakat içinde çektiğim, çizdiğim hiçbir şey yoktu. Hepsini gözümün önünde yanan evin içinde bırakmıştım. Neyse ki bomboş ekrana bakarak kafamın içinde gezen kadrajları görebiliyordum. Uçağa biniyorduk. Onlarca bardak şarap içip Japonya'ya sarhoş iniyorduk. Neredeyse ritüelimiz diyebileceğim bir şeydi bu. Şarap beni her zaman fazla uykulu yapardı. Ben, uçağın iniş yapacağı süreçte hafifçe uykuya dalarken sevgilim sürekli cebinde taşıdığı koyu mavi kalemiyle kollarıma çizimler yapardı. Tıpkı sırtındaki dövmeler gibi, bana da hayat ağacını çizerdi. Ağacının dallandığını ve beni bulduğunu anlattığını söylerdi bileklerimden dirseğime doğru çizdiği küçük çizgilerle. 'Seni buldum ve ulaşmak istediğim her şey bana kendiliğinden geldi.' derdi. Neye ulaşmak istiyordun diye sorardım ona yarı uykulu bir şekilde. Gözlerinin içine bakardım. Yüzünü güzelce görebilmek için kısa kahküllerini tshirtüne tutturduğu toka ile bağlardım. Bana doğru sessizce gülüp 'Kendime.' derdi.
'Hep kendime ulaşmak istedim Jaemin. Hep orada kim olduğunu merak ederdim. Çünkü tanımaya fırsatım olmuyordu. Korkuyordum, çekiniyordum. Sen beni onunla tanıştırdın. Korkulmayacak bir şey olmadığını gösterdin. Korktuğum benliğime de bana da sımsıkı sarıldın sevgilim.'
Gözlerim dolu bir halde bomboş ekrana bakarken kapım tıklatıldı. Gözlerimdeki yaşları silerek bilgisayarı kapattım.
'Gir Donghyuck.'
Kapı hafifçe açıldı ama Donghyuck içeri gelmiyordu. Gölgeyi az çok fark edebiliyordum.
'Bir şey mi diyecektin?'
Sonunda Donghyuck kafasını uzatarak bana baktı.
'Jaemin. Biri seni görmek istiyordu. Onunla geldim.'
'Kim?'
Uzun saçları ve kırmızı ruju olmadan tanımak istemediğim genç kadın nazikçe kapıyı biraz daha açtı ve kendini gösterdi. Saçlarını kestirmişti. Artık neredeyse omzundaydı. Yüzünde makyaj yoktu. Üzerinde siyah bir eşofman altı ve ince sarı bir kazak vardı. Gördüğüme hiçbir şey diyemedim. Genç kadın biraz daha içeri geldi. Donghyuck kapıyı yavaşça kapatıp kedisiyle kendi odasına girdi. Her şeyi algılayabiliyor fakat tepki veremiyordum.
'Sana bunca zaman sormamamın sebebi zaten nedenini biliyor olmam Jaemin. Neden çok yiyemediğini, çalışmaya odaklanamadığını, saçlarını boyatmak istemediğini, odadan dışarı çıkmadığını biliyorum. Fakat neden beni bu kadar görmek istemiyorsun? Neden hayatını bana bu kadar açmışken bir anda her şeyi saklayasın tutuyor?'
ŞİMDİ OKUDUĞUN
symphony | jaemin
Fanfiction15 yaşımdan beri -ya da bir şeyleri fark etmeye ve canımı acıtmaya başladığından beri diyelim- hayatın benim için daha sakin ve daha acısız geçmesini istemiştim. Huzurlu ya da mutlu bir hayata ihtiyacım yoktu. Keza bunun imkansız bir şey olduğunu da...