Sessizleşen ortamı yadırgayan kulaklarım bende bir şikayet hissiyatı uyandırdı ve usulca kıpırdandım. Yaklaşık bir veya iki saattir koltukta kıvrılmış uyuyordum ve bacaklarım uyuşmuştu. Buna rağmen, uykuya yenilmekten kendimi alamamıştım.
Bir süre sonra arabanın hareketi durdu, yarı uyanık bir halde olduğum için olayları tam seçemiyordum çünkü gözkapaklarım o kadar ağırdı ki sürekli bir dünyadan kopma haline sebep oluyordu. O halimle, eve yaklaştığımızı düşünerek hafifçe doğrulup çizmelerimi giydim ve tekrar kendimi uykuya teslim ettim. Araz'ın ceketi battaniye görevini hala sürdürüyordu.
Buz gibi bir soğuk içime işlerken birisi kolumdan tuttuğu gibi beni dışarı çekti, "N'oluyor?" Sesim aşırı sitemkar çıkmıştı ve sinirlenmiştim.
"Evine gelmiş olabilir miyiz?" Sesi kinayeliydi ve cümle bir soru cümlesi değildi. Uykulu gözlerimin ardından gözlerini devirdiğini görmüştüm. "İnsan gibi uyandırmak yok mu senin kitabında? Pardon, bir öküzün kitabında insanlık yazmaması normal tabii."
Bana boş, ciddiye almadığını rahatlıkla belli eden gözlerle bakıyordu, "Az önce uykudan bayılmıyor muydun sen? Cinsin ne kızım senin?"
"İnsan." diyerek lafı yapıştırdım. Dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme geçti, "Emin misin? Bana papağan gibi geldi."
Tamam, o da yapıştırmış olabilirdi.
Gözlerimi kısarak ona baktım, bu sırada ön koltuktan ceketini alıyordu. "Git ve uyu."
Soğuk havadan dolayı uykum açılmıştı ve arabada uyuduktan sonra tamamen açılan gözlerim acıyordu. "Uykum tekrar gelirse uyurum." Arabayı otoparka kadar sokmuştu, şaşırmaktan alamadım kendimi. Arka koltuktan çantamı alıp ona döndüğümde bana hafif çatılmış kaşlarıyla bakıyordu, Ne var? dercesine kaşlarımı kaldırdım. "Uykun gelecek ve sen uyuyacaksın." Sesi aşırı otoriter ve sertti.
Şaşkın şaşkın ona baktım, "Sen kontrol manyağı falan mısın?" Gözlerimi devirdim, bunu yakalayan bakışlarında bir kıvılcım belirmişti fakat kendimi tutamıyordum, "Uykumla konuşurum, gelir. Oldu mu?" Bir an durdum, ona neden böyle davranıyordum? Bu cesaretim başıma gerçekten iş açacaktı. Tamamen uyanan bilincimle kendime geldiğimde tekrar gözlerimi onun simsiyah bakışlarına çevirdim. Bana sinirlenmişti ve aynı zamanda ben de korkmaya başlamıştım.
"Sınırlarını fazla zorluyorsun Eflin." Sesinin tonu karanlıktı ve buram buram tehlike yayıyordu. İfadesizlikle şekillenmiş erkeksi yüzünü yukarı kaldırıp binaya bir göz attı, ardından kolumdan tuttuğu gibi beni binanın yan tarafına, karanlığa çekti. Sırtımı binanın pütürlü yüzeyine çarptığında keskin bir nefes aldım, "Araz ben-"
Gözlerine oturan susturucu bakışlarla kelimeler aynı hızla boğazıma dizildi. Nefesimi tutmuş ne diyeceğini bekliyordum, kolumu fazla sıkmıyordu fakat yine de rahatsız ediciydi. Dik kafam ve ben, aferin Buğçe.
Gözlerini sımsıkı yumup, kaskatı olmuş çenesiyle sakinleşmeyi bekledi. Birkaç saniye sonra gözleri geri açıldığında, yumuşak siyahlar ifadesizlik duvarlarıyla örülü bir biçimde bana bakıyordu. Kolumu saran parmakları usulca çözüldükten sonra eli boynuna gitti ve atkısını boynundan çıkardı. Kılımı bile kırpmadan onu izliyordum. Boynundaki atkıyı ağır hareketlerle çözüp diğer ucunu da boşta kalan eline aldıktan sonra iki elini de kaldırarak atkıyı boynuma doladı. Şaşırmıştım ve vücuduma, tepki vermesi gerektiğini belirten sinyaller ulaşmıyordu.
"Seni bununla uyutmak zorunda kalmayayım." derken boynuma sardığı, Araz kokusu özlü atkısını hafifçe sıkmıştı. Bu bana, beni ilk gün kaçırdığında bayılttığı anı anımsatmıştı. Korkuyla boğazımdaki atkıya yapıştı ellerim. Aynı anda Araz ellerini atkıdan çekti. Yüzüne oturan alaycı ifadeye baktım, dudağı hafifçe, alayla kıvrılmıştı ve gözlerine oturmuş yaramaz kıvılcımlar sinirimi bozuyordu.
"Seni son kez uyarıyorum." Kafasını hafifçe öne eğmişti ve uyarıyla kalkan kaşlarıyla söylemişti bunu. Beni dikkatle süzdü, ardından bir adım geriye çekilerek elini sağ tarafına "Önden buyurun" dercesine uzattı. Korkuyla yutkundum, yüzüne kaçamak bir bakış attıktan sonra hızlı adımlarla binanın giriş kapısına doğru yürümeye başladım.
Merdivenlere geldiğimizde arkama bakmadan hızlı bir şekilde çıktım beyaz mermer basamakları. Çantamdan anahtarı çıkartırken, göz ucuyla Araz'ın ellerini pantolunun cebine sokmuş, rahat bir tavırla beni izlediğini gördüm. Bu beni daha da heyecanlandırmış ve ellerimin titremesine sebep olmuştu. Araz etkisi.
Titreyen ellerimle anahtarı bulduğumda büyük şükranlar eşliğinde anahtarı kapının deliğine zorlanmadan yerleştirdim ve açtım. Duraksadım, Araz hala bekliyor muydu?
Ah, tabii ki bekliyordu. Varlığını, sırtımından ürperti geçmesine sebep olacak bakışlarından hissedebiliyordum. Ona bakmasam bile, bir şekilde anlayabiliyordum işte. Bu benim için yeni bir histi. Ne? Bilinçaltımla şaşkınca bakıştık.
Birden bire kapı hareket ederek içeri doğru açıldı. Korkuyla irkildim, Araz bana ifadesiz gözlerle bakıyordu. "Ne? Çöpün başındaki kedi gibi boş boş kapıya bakıyordun. Hadi, gir. Seni bu gece yeterince bekledim." Sesine yansımış ifadesizlik canımı sıkmıştı.
"Ben mi dedim sana beni bekle diye?" Ona dik dik baktım.
"Gözler kalbin aynasıdır, güzelim." Dudağının kenarı alayla kıvrıldı.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve anahtarı sertçe kapıdan çektim, bıkkın bir şekilde gözlerimi ona çevirdiğimde bana anlam veremediğim bir karanlıkla bakıyordu.
"Sana bekle demiyorum, farkındaysan. Tamamen özgür iraden."
"Bunu inkar etmiyorum ve farkındayım."
Bir süre öylece birbirimize baktık; giriş kapısının loş sarı ışığı güzel yüzüne usulca dokunuyor ve güzelliğini bir kez daha ortaya döküyordu. Kahretsin, neden bu kadar güzeldi? Usulca yüzünü tarayan gözlerimin son durağı, gecenin boğuculuğunu içine çekerek emen yumuşak siyahlıktaki gözbebekleriydi. Anlam veremediğim karanlık hala oradaydı. Yapmacık bir kibarlıkla şekillendirdim yüzümü, bilerek sahte ve düşmanlık besleyen bir şekilde gülümsemiştim.
"Size iyi geceler, Bay Ruh Hastası."
"Size de iyi geceler, Bayan Sinir Hastası."
Araz'ı, binanın dışında bırakarak, giriş katta durmuş asansöre bindim.
Asansörün aynasındaki yansımama baktım, her asansöre bindiğimde bunu yapmadan duramıyordum nedense. Yanaklarım hafifçe kızarmış ve makyajım dağılmıştı. Tuhaf bir şekilde, kendimi farklı hissediyordum.
Ah, alt tarafı duşa ihtiyacım vardı. Abartmamalıydım. Neden kendimi farklı hissedecektim ki? Kendi kendime gözlerimi devirdim, asansör mekanik bir sesle durdu ve kapılar iki yana doğru açıldı. Saate baktım, 2'ye geliyordu. Muhtemelen annem yine beni beklerken koltukta uyuya kalmıştı. İçime yerleşen o tanıdık yalnızlık hissine engel olamadım. İçim burulduğu sırada anahtarı kapıya yerleştirerek, usulca kapıyı açtım. Hiç ışık yoktu, gözlerim direkt olarak merdivene kaydı. Annem yatmış olmalıydı, rahatladım. O uyku mahmuru gözlerle bana bakarken, ben eğlenmiş halimle ışıldayan gözlerle ona bakınca kendimi suçlu gibi hissediyordum. Bütün yalnızlığının suçlusu benmişim gibi.
İç çektim, keşke iyi bir evlat olabilsem. İçimi sarıp bana küçüklüğümden beri kucak açan sıkıntıya alışmış ruhumla kendimi sıcak suyun altına bıraktım. Kıyafetlerimden ne ara kurtulduğumu hatırlamıyordum bile. Duştan çıkarak aynaya bakmak amacıyla lavaboya yöneldim fakat ayna tamamıyla buhar olmuştu. Güzelce kurulanıp saçımı kuruttuktan sonra odama yöneldim.
Yatağıma kıvrılıp mükemmel bir uyku çekme özlemiyle odamın kapısını açtım ki burnuma çarpan koku beni olduğum yere çiviledi. Büyünün bir kokusu olsaydı, bu kesinlikle Araz Boran'ın kokusu olurdu. Yatağın üstüne fırlatmış olduğum atkısına baktım, odam küçük olabilirdi fakat bir atkıyla bile benim odamı fethedebiliyordu. Burada olmamasına rağmen. İç geçirdim, kıyafetlerimi özenli bir şekilde dolabıma yerleştirdikten sonra, elimde Araz'ın atkısı, öylece bakakaldım. Onunla ne yapacaktım ki? Ya da, neden böyle bir şey düşünüyordum? Onu basit bir şekilde dolaba kaldırabilir ya da sandalyenin üstüne bırakarak, Pazartesi günü vermek amaçlı bir yerde durabilirdi.
Bilinçaltım birden, savunmasızca çömeldiğim yerde bana tepeden bakmaya başladı.
Bu zamana kadar hiçbir erkeğin herhangi bir eşyası eve girmemişti. Yakın arkadaşlarımın hırkası olsa bile. Bu çok tuhaftı ve nedense Araz'ın bana atkısını vermiş olması garip bir şekilde hoşuma gitmişti. Ondan gizli bir şey yapmış olmanın verdiği suçluluk duygusuyla, yaramaz bir çocuk gibi atkısını koynuma soktum ve yatağa girdim. Buğçe, ne yapıyorsun? Birden, bunu çok saçma buldum. Mantığım bana kocaman bir karşıtlıkla bağrıyor ve kendime gelmemi söylüyordu; fakat derinlerde bir yerlerde, ruhumun ve bilinçaltımın karşılıklı oturmuş, Araz hakkında derin bir muhabbet içerisinde olduğunu biliyordum. Onların sohbetine katılarak, elimdeki atkının örgülerinde dolaşan parmaklarımla dalgın bir biçimde Araz'ı düşünmeye koyuldum.
Son üç aydır, nereye gitmişti ve neden gitmişti? Ayrıca Hazan'la birlikte yaptığımız araştırmadan sonra, onun 24 yaşında olduğunu öğrenmiştim fakat hala Hazırlık kampüsüne geliyordu. Orada ne işi vardı? Araz, onu incelediğim kadarıyla okumayarak babasının parasıyla geçinecek bir erkeğe benzemiyordu. O boş işlerle, karı kız gibi, uğraşacak biri değildi sanki. Bakışlarından bile, onun gerçekten bir şeylerin peşinde olduğunu anlayabiliyordum. Geçmişinde doldurulması gereken boşluklar vardı sanki, normal bir çocukluk geçirmiş gibi durmuyordu. Fazla meraklanmıştım ve kıvrıldığı koltuğunda uykuya dalmak üzere olan iç sesim, bunun bana büyük bir bela açacağını söylüyordu. Onun üzerine bir battaniye örterek uykusunu destekledim ve sonra, Araz'lı düşüncelerin kaynağı Araz kokusu özlü atkıyla, derin bir uykuya daldım.
&
Pazartesi sabahı, kocaman bir enerjiyle gözlerimi açarken, yeni bir kura başlamanın ve yeni insanlarla tanışmanın verdiği heyecanla uykudan sıyrılmam çok kolay olmuştu. Büyük bir keyifle hazırlanırken, aynadaki yansımama baktım. Bir önceki kuru uyuyarak ve yatarak geçen ruhsuz kızın aksine, bu kız bana keyifle ve heyecan dolu pırıltılarla bakıyordu. Ona gülümsedim. Son bir eyeliner darbesiyle, göz makyajım tamamlanmıştı, rimelle bir kez daha kirpiklerimi destekledikten sonra annemin mutfaktan sesi duyuldu, "Buğçe'ciğim, kahvaltı hazır!"
"Geliyorum!"
Merdivenleri inerken, saçlarım at kuyruğuyken yaptığım maşalı buklelerim enseme çarpıyordu. Makyaj çantamı odama bıraktıktan sonra büyük bir keyifle mutfağa yürüdüm. Annem beni beğeniyle süzüyordu.
"Sen kime süsleniyorsun bakayım böyle?" Yüzüne yaramaz bir gülüş oturmuştu, güldüm.
"Kendime, tabii ki."
"Hadi hadi, farklı görünüyorsun. Işıl ışılsın ve gözlerin parıldıyor. Aşık oldun da bana mı söylemiyorsun yoksa?"
İçten bir gülüş koyuverdim, "Anne, ben ve aşk. İkisini yan yana getirebiliyor musun? Ben dünyaya erkeklerin kankası olarak gelmişim." Duraksadım ve ciddileştim, "Ayrıca, çok boş geliyor. Etrafımdaki insanlara bakıyorum, hayatlarını kısıtlıyorlar ve çok banel." Gözlerimi devirdim, "Ben kızlarla daha çok eğleniyorum."
Annem hiçbir şey söylemeden çayından bir yudum aldı. Ardından gözlerini bana çevirdi, "Sen de kanka olma, bu senin elinde olan bir şey sonuçta."
"Biliyorum, ama kafama uygun kimse yok ki, anne. Etrafımdaki insanları gözlüyorum ve çıldıracak gibi oluyorum. Bir erkeğin bir kızdan etkilenmesi için, kızın bir kuzu gibi boyun eğmesi gerekiyor. Kızlarda bir cilveler bir işveler... Bana göre değil, bir de insanların gerçek yüzünü bildikten sonra gözümün önünde erkeklerin karşısında böyle eriyip gitmeleri sinirime dokunuyor ve beni böyle şeylerden uzaklaştırıyor. Ben sırf bir erkek beni beğensin diye güçsüz rolü oynayamam ki, midem bulanır benim." Düşüncesi bile midemi bulandırmıştı.
Annem ağzındaki lokmasını bitirdikten sonra kalkıp çaylarımızı tazeledi. Geri oturduğunda açık kahve gözleri gururla parıldıyordu. "Sen çok güçlü bir kızsın, Buğçe. Erkekler kendilerinden güçlü kadın istemezler yanlarında. Bunu aklından çıkarma."
"Ben kimseye güçsüzmüşüm gibi davranamam ama. Ben bununla büyüdüm ve karşımda benden daha güçsüz bir erkek olacaksa, ne anladım ben onun erkekliğinden?"
Annem güldü, "Ah, erkek Fatma'm benim."
Ayağa kalkıp onu yanaklarından öptüm, "Valla beni sevecek erkek böyle sevsin. Elimden bir şey gelmez daha." diyerek banyoya yöneldim.
Bu konu ne zaman açılsa içimde tıkanıp kalan kelimelerin savaşına maruz kalıyordum. Erkek Fatma oluşumun sebebi, daha önce hiç kız gibi hissettirilmemiş olmamdı. Abimle şakalarımız bile erkeksiydi ve bazen birbirimize rahatlıkla küfür ettiğimiz oluyordu. Küçüklüğümden beri ne zaman bir sorunum olsa arkamı yaslayacak bir babam ve abim yoktu; çünkü hep seferde oluyorlardı ve ben her zaman sorunlarımı kendi başıma halletmek zorunda kalmıştım. Annem ve ben birbirimize emanettik ve ben bu görevi öyle işlemiştim ki içime, bir erkek gibi annemi koruduğum zamanlar oluyordu.
Ah, bu konu aşırı derindi ve ne zaman düşünsem üzüntüme mani olamıyordum. Aynadaki kızın gülümseyen yüzü düştü, dişlerimi fırçaladıktan sonra saç spreyine uzandım. Saçlarımı usulca tokadan kurtardım ve dalga halindeki kestane bukleler omuzlarıma döküldü. Aynadaki kız gülümsedi ve keyfi yerine geldi, aptal mısın Buğçe? Sen tabii ki bir kızsın! Saçmalıyorsun.
Keyifle, saçlarıma son bir rütuş yaptıktan sonra, kalemlerimi almak için odama girdim. Burnuma çarpan kokuyla tekrar duraksadım, Pazar gününü odamda geçirdiğim için burnum kokuya alışmış olmalıydı fakat ben yine de bu kadar yoğun olmasını beklemiyordum. Annem kokuyu almamış mıydı peki?
"Buğçe, hala neden oyalanıyorsun? Geç kalacaksın." diyerek peşimden odama girdi. Şu şom ağzım! Bana, kafa karışıklığıyla çattığı kaşlarıyla baktı ve kokuyu aldığını, kıpraşan burnundan hissetmiştim. "Bu ne kokusu böyle? Çok güzel kokuyor." Annem kolay kolay parfüm beğenen biri değildi ve sırf bu yüzden kendim için doğru kokuyu bulmam bayağı zaman almıştı. "Odunsu gibi, erkek parfümü bu Buğçe?" Bana şüpheli, biraz da afacan bir ifadeyle bakıyordu. Sanırım hoşuna gitmişti, kızının bu zamana kadar bir kişi hariç, birinden etkilendiği falan düşünmüş olmalıydı. Ah anne, bir bilsen. "Hani Araz vardı ya, babamla konuşmuştu. Tiyatrodaki çocuk." Çocuk mu? Adam. Yanaklarıma hücum eden sıcaklığı hissedebiliyordum, "Dün onunla Kuruçeşme'de karşılaştık, üşüdüm diye bana atkısını vermişti, sarınmam için." Beni onunla boğma teşebbüsünde bulunmuştu aslında, çok espritüel biridir. Annem sorgulayan bakışlarını atkıya indirdikten sonra, gayet normal bir ifadeyle, gözlerini tekrar bana çevirdi. "Düşünceli çocukmuş."
"Öyle." Ne demezsin. Atkıyı çantama sıkıştırmaya çalıştıktan sonra, kabanımı giydim ve annemi öperek tam evden çıkacaktım ki parfüm sıkmak aklıma geldi. Hızla odama girip parfümü sıktıktan sonra, kokumdan memnun halde sonunda çıktım evden.
Asansöre bindiğimde kendi kokumu hala alabiliyordum. Araz'ın kokusunu düşündüm, siktir. Onun da parfümü odunsuydu ve nedense bu koku benzerliği aşırı tuhaf hissettirmişti. Gözlerimi kapatıp bu saçmalık raddesinin yükselmesini engellemeye çalıştım, o sırada asansör aynı mekanik sesiyle giriş katta durdu.
Binadan çıktığımda, keskin soğuk suratıma bir buz kütlesi yemişim hissi uyandırdı ve şal almadığım için kendime kızdım. Havanın sert soğukluğu tenimi ısırıyordu ve ben en çok boyun ve gerdan kısmımdan üşüyordum. Üzerime giydiğim siyah örgü kazağın modelinden dolayı yakam gayet açıktaydı ve ben direkt olarak soğuğu boğazımda hissedebiliyordum böylelikle. Bugün de arabayla gitmeyecektim, Araz'ın atkısına kısa bir bakış attım. O kadar sıcak görünüyordu ki. Çantamdan çıkartıp, apartman kapısının aynasından yararlanarak atkıyı sıkıca boynuma sardım.
Araz Boran, kokusuyla birlikte sıcaklığını da bırakmıştı sanki.
Okula vardığımda, ilk işim lavaboya uğramak olmuştu. Kelimenin gerçek anlamıyla donmuştum. Burnumun ucu kıpkırmızıydı ve yanaklarım soğuktan al al olmuştu. Elimi musluğun altına tutarak, sıcak suyun azizliği altında gevşediğimi hissettim. Neyse ki saçlarım bozulmamıştı ve kulaklarımı koruyan bereyi taktığım için bir kez daha şükrettim.
Saate baktığımda, dersin başlamasına sadece beş dakika kaldığını gördüm. Çantamı alarak, büyük bir keyifle üçüncü kattaki geniş koridora girdim. Sınıf dikdörtgendi ve her sınıfta olduğu gibi, yine yerleşim düzeni U şeklindeydi. Kabanımı çıkartarak köşedeki sandalyeye çöktüm. Gelen insanları incelemeye koyuldum; neredeyse hepsi telefonuyla uğraşıyordu. Ben de telefonumu elime alarak, kızların derin bir sohbete girdiği WhatsApp grubumuza baktım. Hazan, artık rutin haline getirmiş olduğu, derslerde sıkıldığı zamanlarda yazdığı "Herkes n'apıyor?" sorusunu yöneltmişti ve Ela da cevap olarak sıkışmış bir İstanbul trafiğinin fotoğrafını atmıştı. Kafamı kaldırıp sınıftakilere bir bakış attıktan sonra kızlara yazdım, "Yeni kurun sınıfındayım ve sanırım insanlar büyük bir sosyallik problemi geçiriyorlar."
Hazan yazdı, "Ne gibi?"
"Tanışmaktan ve insanlarla göz göze gelip konuşmak zorunluluğunda kalmaktan korkmak gibi. Çok korkunçlar."
"Hmm, çağın genel yaratıkları. Sen açarsın onları, merak etme." Güldüm, atılımcı bir kişiliğim vardı ve insanlarla kaynaşmaktan çekinmezdim. Bu yüzden gerçekten kalabalık bir çevreye sahiptim.
"YİNE Mİ SÜPERİM?" yazdıktan sonra yanına gözlüklü emojiyi koydum ve gülerek telefonun kilit tuşuna bastım. Kafamı kaldırdığımda sınıf dolmuştu, kızlar kapının yanındaki sandalye dizine sırayla oturmuşlardı ve gergin oldukları her hallerinden belli oluyordu. Bir tek ben mi rahatım yahu?
İçeriye orta boylu, en fazla yirmi sekiz yaşlarında olan sarışın bir kadın girdi. Gözleri kahverengiydi ve simsiyah göz makyajıyla o kahveler daha bir belli oluyordu. Hafif bir gülümsemeyle "Günaydın," dedikten sonra kendi sandalyesine oturdu ve kitapları düzenli bir şekilde gri masanın üzerine bıraktı. Ona gülümseyerek baktım, yüzüne oturan gülüş muzip ve samimiydi.
Klasik, yeni bir kura geçiş konuşmasını yaparak bu kurda neler yapacağımızı anlattı. Hazırlıkta, İngilizce 5 seviyeye ayrılmıştı ve son kur olan beşinci seviye, içeriğinin yoğunluğu sebebiyetiyle, 5A ve 5B olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şu anda 5A'ya başlamış bulunuyorduk, adının Sinem olduğunu öğrendiğim sarışın hocam bolca grup aktivitelerinde bulunacağımızı söylüyordu. Bu konuşmaları sıkıcı buluyordum, yoklamaya geçtiğinde sınıfa göz attım. Kızlar gayet kendi dünyalarında öylece, sakin bir halde Sinem Hoca'yı dinlerken, erkekler telefonlarına gömülmüştü. Gözlerim, çaprazımda oturan, bacaklarını uzatmış rahat bir tavırla sandalyesine yerleşmiş sarışın çocuğa geldiğinde ise çoktandır bana baktığını fark ettim. Önce biraz şaşırsam da, anlayışla karşılayarak ona küçük bir gülümseme gönderdim ve bakışlarımı kaçırdım. Hmm, gayet yakışıklı ve hoştu. Yaramaz birine benziyordu, arkadaş olarak çok eğlenceli biri olduğuna bahse girebilirdim.
Kafamı, arkamdaki duvara yaslamış halde düşüncelere dalarken ismim söylendi, "Buğçe?"
Direk kafamı kaldırarak elimi salladım, "Buradayım."
Sinem Hoca'nın gözleri yumuşak bir ifadeyle beni süzdü ve ismimi tekrar etti, isimlerimizi hafızasına kazımaya çalışıyor olmalıydı. Ona sıcak bir gülümseme gönderdim ve karşılığını aldıktan sonra, kafamı tekrar duvara yasladım. Kolum usulca dürtüldü, sağ tarafımda oturan ela gözlü kıza baktım. Yüzüme sıcakkanlı bir ifade hakimdi, soran gözlerle ona baktım.
"Şey, kitapları bugüne almamız şart mı? Bir şey söyledi mi hoca?"
Kafam karışmış halde ona baktım, hocayı dinlememiştim ki. "Hiçbir fikrim yok canım, dinlemediğim için duymadım da." Mahcup bir ifadeyle gülümsedim, o da gülümsedi. Elimi ona doğru uzattım, "Bu arada ben Buğçe."
Ani hareketim onu şaşırtmış ve hoşuna gitmişti, sıcakkanlı bir şekilde elini uzattı, "Ben de Yağmur."
"Memnun oldum..." şeklinde devam eden muhabbetimizi geçmiş kurlarda çektiğimiz sıkıntılar ve hocamızın konuşmasından bize neler çektirebileceğine dair tahminlerimiz sürdürdü. Araya çıkma vakti geldiğinde gülmekten çenem ağrıyordu, Yağmur'u sevmiştim, dobra bir insandı ve... Nasıl denir? Harbi? Evet, harbi bir kızdı.
Araya çıktığımızda direkt olarak kendimi lavaboya attım ve kendimi bir kontrol ettim. Saçlarım hala dalgalı şeklini koruyordu ve Araz atkısı hala boynumdaydı. Kaşlarımı çattım, bunu geri vermem gerekiyordu.
Hızlı bir şekilde lavabodan çıkarak bahçeye yöneldim.
Etrafıma bakındım fakat kimse yoktu, Bilgi Cafe'nin önüne bakınmak için giriş-çıkış kapısına yönelirken telefonumdan, beni 3 ay önce arayan, kaydedilmemiş numarayı taradım. Baş parmağım numaranın üzerine usulca dokunurken, karnımda filizlenen gergin heyecan tohumlarıyla kıvranmamak için kendimi zor tutuyordum. Derin bir nefes alıp, anlam veremediğim heyecanıma yenilmemek adına sabırla etrafıma bakındım. Araz ne Bilgi Cafe'nin ne de Tuğra Cafe'nin önünde değildi. Ayrıca arabası da yoktu, tekrar gitmiş olabilir miydi?
Saate baktığımda buçuğa geldiğini gördüm ve geç kalmamak adına okula geri girdim. Telefonunu açmamıştı, uyuyor olabilir miydi? Nedense, içimden bir ses onun geç saatlere kadar uyuyan biri olmadığını savunuyordu.
Onu susturarak sınıfıma yöneldim.
Derste birbirimizi tanımaya yönelik saçma sapan, anaokulu seviyesini aratmayacak oyunlar oynadık. İlk ders göz göze geldiğim çocuğun adı Doğukan'dı ve bölümünün Uluslararası İşletme olduğunu öğrendim. Oyundan sonra yanımdaki sıraya oturdu ve bana biraz fazla gelen bir yakınlıkla hakkımda sorular sordu.
"Ailenle mi yaşıyorsun?" Sesi kalın ve erkeksiydi. Bir Araz değil. Ne?! Bilinçaltımın derdi neydi?
Gözlerimi kırpıştırıp dünyaya geri geldim, "Evet, sen?"
"Öğrenci evi." Bunu çok sempatik bir şekilde ve harika bi şeymiş gibi telaffuz etmişti.
"Rahatsın yani, güzel." Her zaman bir öğrenci evine çıkıp biraz özgürlüğün tadını çıkartmak istemiştim fakat bunun hiçbir şekilde oluru yok gibi görünüyordu.
"Aynen öyle, karışan yok eden yok. Tabii bazı dezavantajları var ama güzellikleri daha fazla."
"Okula yakın mı peki?"
"Aslına bakarsan, okula yakın olup olmaması pek önemli değil. Bebek'te, arabayla geldiğim için sıkıntı olmuyor."
Gösteriş mi yapıyordu? Yüzündeki ifadeyi fark ettirmeyecek bir dikkatle süzdüm, hiç öyle gözükmüyordu. "Hadi ya," etkilenmiştim, Bebek gençlik yıllarını yaşamak için mükemmel bir semtti, "Boğaz'ı görüyor mu bari eviniz?" Sesime biraz alay katmıştım ve tek kaşım bunun etkisiyle usulca yukarı kalkmıştı.
Kaşlarını, alayı fark ettiğini belirtircesine çattı ve gülerek kafasını iki yana salladı, "Evimin önünde Bebek Sahili uzanıyor, Buğçe."
Gözlerimi kocaman açarak ona baktım, bütün Boğaz'ı görüyordu. Mükemmel olmalıydı. Odamdan Adalar manzarası vardı tabii ki ama İstanbul Boğazı tamamen ayrı bir güzellikti. "Etkilendim, Bay Boğaz Manzarası." Gülerek kafamı dikkati kendine toparlamaya çalışan Sinem Hoca'ya çevirdim.
Doğukan, hitabımdan hoşnut bir şekilde güldü. İkimizin de gözleri Sinem Hoca'ya odaklıyken kulağıma doğru yaklaşarak fısıldadı, "Eğlenceli birine benziyorsun."
"Yorum yok." diyerek göz kontağını kesmediğim Sinem Hoca'ya bakmaya devam ettim. Doğukan arkasına yaslandı ve uzun bacaklarından sağdakinin bileğini sol dizinin üzerine koydu. Sinem Hoca kitaplarla ilgili birkaç söyledikten sonra gümüş renkli saatine baktı ve "Öğle arası, yarın görüşmek üzere." diyerek sınıftan çıktı. Ayağa kalkarak siyah skinny kotumu çektim ve gerindim, Doğukan oturduğu yerden mavi gözleriyle bana bakıyordu. Ellerimi belime koyarak ona baktım, gerçekten yakışıklı bir yüzü vardı. "Ne oldu?"
"Öğle arası için Kuruçeşme'de bir kahveye ne dersin?"
Bunu o kadar normal ve sıradan bir şey olarak söylemişti ki, ne tepki versem bilememiştim. Topu topu 2 saattir tanıyordum -daha doğrusu tanımıyordum- ve kahve teklifi yapıyordu. Hmm, kırmızı alarm. Uzak dur, Buğçe.
Kabanıma uzanırken ona yapmacık bir hüzünle baktım, "Maalesef arkadaşıma sözüm var. Belki daha uygun başka bir zaman?" Uygun kelimesini, birbirimizi tanıyıp güvenecek kadar anlamında söylemiştim fakat onun bu anlamı kavrayabileceğini sanmıyordum. O da ayağa kalkarak kendi montuna uzandı ve boynuma kısa bir bakış attı, "O bir erkek atkısı değil mi?"
Kaşlarımı çatıp boynumda hala sarılı duran atkıya baktım, "Evet, neden?"
"Hiç. Öteki ders görüşürüz." Göz kırparak uzun ve kendinden emin adımlarla sınıfın kapısına yöneldi. Üçgen vücudunun arkasından gözlerimi devirdim, hemen kahve içmek mi? Yok canım, kalsın.
Boynumda hala sıcaklığıyla bütün vücudumun ısısını koruyan atkıdan kurtulmak istiyordum fakat hava gerçekten buz gibiydi. Buz kesmiş parmak uçlarımı kabanımın ceplerine soktum ve havanın soğukluğuna bakmak amaçlı pencereyi açtım, pencereyi açmamla soğuk havanın sert rüzgarını suratıma bir tokat gibi yemem bir olmuştu. Hızla camı kapatarak boynumdaki atkıya doğru daha çok sokuldum, senden nefret ediyorum Araz Boran.
Öğle arası için Bilgi Cafe'ye geçtim ve gözüm yine Araz'ı aradı. Neredeydi o kahrolası? Ayrıca onu aramama rağmen bana geri dönmemişti de. Oflayarak, kendini Batak oyununa kaptırmış Yase'leri izledim, çok sıkıcıydı. Araz'la uğraşmayı tercih ederdim. Tabii ki, ederdin. Bu ses yabancıydı, birden irkilerek yerimden kalktım. Hmm, bir tanrıça? Kendi kendime gözlerimi devirdim ve kendimi yeni sihirler kazanmış bir peri gibi hissederek lavaboya yöneldim. Aynadaki gözlerimlle buluşunca kendi halime gülmeden edemedim, aptal mısın, Buğçe? Hepsi o sinir bozucu atkı yüzünden oluyordu. Hışımla çıkartarak ondan kurtuldum ve çantama tıktım.
Soğuk, beni yine sararken yapabildiğim tek şey öylece atkıya bakmak olmuştu.
&
Aradan 3 hafta geçmesine rağmen, Araz Boran yine ortalıklarda gözükmüyordu. Onu o gün aradıktan sonra bana geri dönmemişti ve atkısını her gün unutmamak adına yatağımın baş ucuna bağlıyordum. İlk bir haftadan sonra atkıyı okula götürmeyi kesmiştim ve zihnimin gerilerinde tekrardan silikleşmeye başlayan Araz kısmıyla rahatlatan nefesler almaya başlamıştım.
Ona karşı neden bu kadar nefret doluydum? Onca yaptıkları şeye rağmen, insanları kolayca affeden bir yapım vardı fakat Araz bu kısma nedense bir türlü dahil olamıyordu. Ona haksızlık ettiğimi düşünmeye başlamıştım fakat yokluğuna bakılırsa, varlığımı çoktan unutmuş olmalıydı.
İki yabancının tanışması, iki yabancı hayat olarak devam ediyordu.
Öte yandan, Doğukan'la yakınlaşmış ve niyetinin kötü olmadığını en sonunda anlayabilmiştim. Sadece arkadaş olmak ve okuldaki ortamından uzaklaşarak biraz kafasını dinlemek istiyordu. Ayrıca aşırı eğlenceliydi ve aynı zamanda ağır başlıydı.
4. haftanın Çarşamba günüydü ve hava mükemmeldi, Yağmur'la birlikte sınıfın camından okulun önündeki kalabalığı izliyorduk. Tuğra ve Bilgi Cafe her zamanki gibi önü dopdolu bir şekilde, kocaman bir öğrenci kalabalığını ağırlıyordu. Lüks araçlar her zamanki yerlerini almıştı.
"Hava mükemmel değil mi Yağmur, baksana?" Güneşli hava, insanın içini bile ısıtıyordu.
"Aynen ya, şu halimize bak ama. Okula tıkılıyoruz."
"Öğle arasında Beşiktaş'a falan mı geçsek? Kahvaltı yaparız."
"Bilmiyorum, bugün Engin İngiltere'den geliyor. Eğer beni almaya gelmezse öğle arasında düşünürüz bir şeyler."
"Peki canım." Engin, Yağmur'un sevgilisiydi ve İngilizce eğitimi için İngiltere'ye gitmişti. Orada ilk senesini tamamladıktan sonra bu okulda devam etmeyi planlıyordu. Yağmur ne zaman Engin'den bahsetse, ela gözlerine bir hüzün çöküyordu ve özlediğini rahatlıkla anlayabiliyordum. Aşk işte. Fazla duygusal bir durumdu, bana göre değil.
"Günaydın, bayanlar." diyerek sınıfa giren Doğukan'a döndüm. Gülümsedim, "Günaydın."
Montunu çıkartıp asarken aşırı enerjik bir şekilde "Hava süper değil mi ya?" dedi ve o da camdaki duruşumuza katıldı. Sağ elini belime koymuştu ve bir an tuhafıma gitse de, normal karşıladım. "Aynen, mükemmel. Yağmur'la onu konuşuyorduk."
Bu sırada Yağmur'un cin gibi ela gözleri Doğukan'ın belimde duran eline kaymıştı ve muzip bir şekilde bana bakıyordu. Ona gözlerimi devirdim, camın dibindeki sırama yerleşerek hem Doğukan'ın elinden hem de Yağmur'un pörtleyen bakışlarından kurtulmuştum. Yanıma oturduğunda Yağmur direkt olarak kolumu dürtükledi, "Bana bak, ne ayak?"
"Sol ayak, Yağmur. Saçmalama da dersi dinle." Bana onun yaşam enerjisini şah damarından çekmişim gibi baktı, "İğrençti."
"Biliyorum." Fakat yine de kahkaha attım, yüzündeki ifade bana Edvard Munch'ın Skrik tablosundaki ifadeyi hatırlatmıştı. Dehşete düşmüştü resmen.
Bana gözlerini kısarak baktıktan sonra susmamızı işaret eden bakışlarını üzerimize kilitlemiş olan Bethany'ye döndü. Beth, bizim öteki hocamızdı ve Los Angeles'dan geliyordu. Los Angeles'dan Kuştepe'ye. Vay anasını, büyük alçakgönüllülük(!)
Öğle arası vakti geldiğinde, beklentiyle Yağmur'a döndüm. O da beklentiyle telefonuna bakıyordu. Bir beklenti zinciri içerisinde sıkışıp kalmışken Doğukan bana kabanımı uzattı. "Teşekkür ederim." dedikten sonra gözlerimi tekrar Yağmur'a çevirdim, Engin aramıştı ve Yağmur deli heyecanlıydı. Vay canına, demek ki sevince böyle oluyor. Onun adına mutlu olarak, heyecanın paylaştım.
"Onun nesi var, neden bu kadar heyecanlı?" diye sordu Doğukan, montunu giyiyordu ve sarı saçları usulca alnına dökülmüştü. "Engin aradı, muhtemelen onu almaya gelecek."
"Hadi ya? Sevenler kavuşuyor desene." Usulca gülümsedi, ben de ona gülümsedim. İngiltere'den Türkiye bile birleşiyor ama ben bir atkıyı bile geri veremiyorum. Kendi kendime gözlerimi devirirken sıkıntıyla kabanımı giydim, Yağmur telefonunu kapatarak yanıma geldi. Gözleri ışıl ışıldı ve heyecanı daha bir belliydi, "Geliyor!" diyerek boynuma atladı ve ona sımsıkı sarıldım. "Haydi hayırlı olsun fıstık, iyi eğlenin."
"Sağ ol canım, hadi kaçtım ben!" diyerek koşar adımlarla sınıftan çıktı. Kitaplarımı almak üzere sıraya döndüğümde yoklardı, Doğukan'a dönüp sordum, "Kitaplarımı görd-"
Elindeydi ve çantam da öteki elindeydi, "Vay, yardımsever arkadaş. Etkilendim."
"Bu yardımsever arkadaş seni kahve içmeye götürüyor, haydi. Bu güzel havayı değerlendirmemek olmaz."
Hmm, sanırım artık herhangi bir sakınca yoktu. Çantamı alıp kitapları onda bırakarak peşinden asansöre yürüdüm.
Okulun giriş-çıkış kapısına geldiğimizde, Doğukan bana beklememi söyledi ve elimde çantamla beklemeye koyuldum. Telefonumu çıkartıp kızların ne konuşmuş olabileceğine bakmak amacıyla telefonuma gömülmüşken, sağ tarafımdan yankılanan motor sesiyle kafamı kaldırmam bir oldu. Shuttle tam önümde duruyordu ve araba onun arkasında kalmıştı, biraz daha geriye çekilerek baktığımda bunun 2015 model siyah bir BMW M6 Coupe olduğunu gördüm. Tek kelimeyle, mükemmeldi. BMW hayranlığım vardı ve arabanın rengine eşlik eden siyah jantlar mükemmelliğine mükemmellik katıyordu. Herkes dönüp arabaya bakarken sürücünün tek yaptığı sakince beklemekti. Arabasının üstünü açmamıştı, ayrıca bütün camlar simsiyahtı. Bu nedenle kim olduğunu görememiştim. Araba merakımın yanlış anlaşılmasını istemeyerek Doğukan'a bakındım, M6'nın arkasındaki beyaz Audi A5'in içerisinden bana bakıyordu. Arabaya doğru ilerlerken, okul servisinin arkasından dolanmam -yani M6'nın önünden geçmem- gerekiyordu. Tarif edemediğim bir duyguyla sarmalanırken, M6'nın önünden geçiyordum. İstemsizce, refleks olarak gözlerim M6'nın sürücü kısmına odaklandı. Siyah camlardan bir şey göremiyor olsam da, şüpheyle arabanın içerisine baktım. Tenim karıncalandı, bu da neyin nesi? Arabadan falan kaynaklanıyor olmalıydı, yanaklarımı ateş basarken hızlı adımlarla kendimi Doğukan'ın Audi'sine attım.
"İyi misin?" Doğukan'a döndüğümde çekici mavi gözleri endişeli bakıyordu, "Evet, M6'nın güzelliği çarpmış olmalı." diyerek cevapladım onu, gülümseyerek önündeki araca baktı. "Haklısın, gerçekten güzel."
Çantamı arkaya atıp önüme döndüğümde shuttle hareket etmiş ve tıkanıklık sona ermişti. M6, motor sesiyle bütün çevreyi inletirken aramızdaki mesafe gittikçe artıyordu. Doğukan bana baktı, "Küçük bir heyecana ne dersin?"
Emniyet kemerimi taktığım sıra gözlerim ona takıldı, "Nasıl bir heyecan?"
"Sıkı tutunmanı gerektirecek cinsten." dedi ve gaza asılarak M6'yı solladı.
"Bekle, Doğukan. Ne zamandır arabalarla iç içesin?"
"15 yaşımdan beri, yani 4 senedir her gün."
Pekala, bu iyi bir zaman dilimine benziyordu. Yine de içim hiç rahat değildi.
M6, ortalığı inleten motor sesiyle bizi yanlayarak solladıktan sonra, sağa doğru dönüş yaptı. Doğukan hızı arttırarak keskin bir direksiyon dönüşüyle aynı dönüşü daha kaygan bir şekilde yaptı ve M6'nın plakasına dayandı. Sağa kırdıkça M6 da sağa kırıyor, Doğukan'a bir türlü yol vermiyordu. Otobana çıktığımızda M6 hızını arttırdı ve arayı açtı. Doğukan gülerek vitesi 6'ya alırken gaza daha çok asıldı ve hızı hissettim. Önümüzdeki M6 makasa girerek önümüzdeki bütün araçları kusursuz bir şekilde geride bırakıyordu. Kim kullanıyorsa, Doğukan'dan daha iyi kullandığı kesindi.
Aynı makaslara son sürat giren Doğukan yüzünden korkmaya başlamıştım. M6'nın sürücüsünün gerçekten iyi kullandığı belliydi fakat Doğukan iki kez birilerinin tamponuna girme tehlikesi geçirmişti. Nefes nefeseyken Doğukan'a döndüm, "Doğukan, bırak devam etsin. İlerletmeye gerek yok. Gidip kahvemizi içelim, olur mu?"
"Korkma güzelim, benim yanımda sana hiçbir şey olmaz." diyerek dizimi sıktı. Bu da neydi böyle?! Yüzüme basan ateşi hissedebiliyordum, içimdeki öfkenin tarifi yoktu ve onun bu derece rahat davranması sinirime dokunmuştu. Ayrıca, güzelim mi? Kendimi pataklamak istercesine oturduğum yerde kıvranıyordum ve yalvaran gözlerle Doğukan'a bakıyordum. Yolun açıldığı sırada M6 sağa şeride geçti ve Doğukan gaza daha çok asılarak M6'nın hizasına geldi. "Doğukan gerçekten, korkuyorum."
Hız, aşırı derece hissedilebilir dereceye gelmişti ve bu bana Araz'ın beni kaçırdığı gün, otobanda yaptığı tehlikeli gösteriyi anımsatmıştı. Korkuyla irileşen gözlerimin ardında yaşlar birikirken Doğukan'a baktım, "Doğukan lütfen."
"Ya dur, dikkatimi dağıtıyorsun!" Yükselen sesiyle olduğum yere daha çok sindim, hissettiğim korkunun bir sınırı yoktu.
Vücudumun her zerresine yayılmış korkuyla koltuğuma sinerken kafamı cama doğru çevirerek M6'nın içerisine baktım. Emniyet kemerime sımsıkı yapışmış halde, gözlerimden akan korku yaşlarıyla tam dibimde, aynasının Audi'nin aynasına sürtünmesine milimler kalmış siyah otomobile odaklanmıştım. Simsiyah camların ardındaki gölge bana bakar gibi oldu, şu anda tam bir zavallı gibi görünüyor olmalıydım.
Doğukan'dan nefret ediyordum, altında lüks bir oyuncağı olan piçin tekiydi. Yüzümü yola çevirdiğimde 200 metre ileride üç şeritin de dolu olduğunu görmemle haykırmam bir oldu.
"Doğukan!"
![](https://img.wattpad.com/cover/28369322-288-k721333.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAR TANESİ
Fiksi Remaja#Seslendirilmiş tanıtım ilk bölümde mevcuttur. ~ Başınıza gelebilecek şeylerin en uç noktasıdır insanlar. Öfkenin, aşkın, nefretin, kıskançlığın, acının... Canım bir kere yandı mı, kendimi hep kaçarken buluyordum. Nefes nefese kaldığımda isyan eden...