14. Bölüm - Çıkmaz

442 25 9
                                    

Hayatım boyunca aklımı kurcalayan sorunun cevabını artık biliyordum.Farkına varmadan önce paralel evrende bir suçlu olduğumu düşünmüyor değildim.Onca işkencenin başka bir sebebi daha olamazdı. Ancak şimdi gerçek benliğimin farkındaydım. Rüyalarım son saniyesine kadar gerçekti. Yine de bedenim zarar görmüyor yara almıyordu. Acı çektirmek istedikleri şey basit bir beden parçası değildi zaten. Defalarca kez ölümcül yaralar alıp her seferinde hiçbirşey olmamış gibi iyileşmek. Bu tarifi imkansız bir ceza. Yok olmamı istemiyorlardı. Bana olan nefretleri bu kadar büyüktü işte. Ölüme her defasında yaklaşıp ölmek için yalvarırken tekrar hayatla lanetlenmemi istiyorlardı. Beni boyun eğmediğim insanlıkla cezalandırmışlardı. Ben artık onlardan biri olmayı unutmuş basit bir insandım. Yada onlar öyle sanıyordu.

Beni bedenime hapsettikleri günden beri robottan farksızdım. Sahip olduğum güçler muhakkak hep içimdeydi ama sonsuz bir lanetle mühürlenmişlerdi. Bu mührü kırıp ruhumu özgür bırakan kişi Angelaydı. Onu ve kendimi yere çakılmaktan kurtardığım gün harekete geçen de aciz bedenim değil içinde sonsuz bir güç barındıran ruhumdu. Evrenin yönetimini , düzenini sağlayan yenilmez yaratıkların lanetini Angela ile birlikte tanıdığım aşk duygusu yendi. Bu benim kaderimdi.

Ne yapacağımı bilmez bir halde kendimi eve atmayı başarmıştım. Benim için artık zaman kavramı yoktu. Bir çıkışa ulaşmak ümidiyle hayatım boyunca peşinden koştuğum benliğim beni koca bir boşluğun içine almıştı. Zamanında bir saniyesi için herşeyimi verebileceğim uyku ise artık bana yasak olmuştu. Düşüncelerimin içinde kayboluyorken nasıl uyuyabilirdim ki ? Eksik parçalar vardı. Nasıl tamamlayacağımı bilmediğim parçalar. Soru işaretlerinin sonu gelmiyordu.

Hayal edebileceğiniz en çaresiz şekilde başımı yastığa koydum ve gözlerimi tavana dikip düşünmeye başladım. Odayı aydınlatan tek şey gecenin karanlığıydı. Geçmişime dönmek için düşündüm. Saatlerce düşündüm. Ama hafızamın derinliğinde kaybolamıyordum. Sanki bütün yaşantım silinmişti. Gerçekliğinden emin olduğum tek şey türümün bana ihanet edecek kadar benden nefret ediyor olmasıydı.

Nerden başlamam gerektiğini bilmiyordum. Benim bir melek olduğumu düşünürsek çocuğumuz insan olamazdı. O yer yüzündeki en tehlikeli yaratıllardan biri olarak dünyaya gelecekti. Yasak iki bedenin birleşmesiyle doğmuş bir günah tohumuydu. Yaşadıklarımı mantığıma sığdıramıyordum. Bana gelebilecek her türlü zarara hazırken şimdi tehlikede olan Angela ve bebeğimdi. Korktuğum her şey bir bir gerçekleşiyordu.

Zaman geçmek bilmiyordu. Saatler ilerledikçe uykuya karşı direncim de azalıyordu. Gözlerim sonsuz bir uykuya kapanıyormuşçasına yavaş yavaş kapandı. Sıcak yatağın içinde yorgunluktan zayıf düşmüş bir bedenin dayanacağı kadar dayanmıştım.

Uykunun bilinmez dünyası her ne kadar beni tedirgin ediyor olsa da bir yandan da bana yol gösteriyordu. Karanlık ışığın emrindeydi ve beni tahmin ettiğimden daha çabuk içine çekti.

Gözlerimi açtığım yer ıssızlığıyla içimi ürpertiyordu. Hava normalin üstünde soğuk ve kasvetliydi. Etrafı kaplayan cılız sis tabakası görüş mesafesini az da olsa güçleştiriyordu. Topraktan; uzun, sonu belirsiz bir yolun ortasında uyanmıştım. Birkaç ağaç ve terkedildiğini düşündüğüm yıkılmaya yüz tutmuş bir kilise dışında hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Güneş doğmak üzereydi ama hava tam anlamıyla aydınlanmamıştı. Etrafta birilerini bulma ümidiyle boş boş bakınıp çevreyi inceledikten sonra ilk hedefim kilise oldu. Yavaş adımlarla kiliseye doğru ilerlerken bir yandan da sebepsizce etrafı incelemeye devam ediyordum. Belki bu sadece bir önlemdi. Rüyalarımın genelinden çıkardığım bir ders.

Havanın iç ürperten soğuğunu kat kat artıran hafif bir rüzgar eşliğinde kilisenin taşlarla ve kırık heykellerle dolu bahçesine doğru ilerliyordum. Bir zamanlar ortama hayat veren bitkiler şimdi kasveti daha da artıracak şekilde solmuş. Siyah parmaklıkların üstündeki pas lekeleri ortama renk katan tek şey diyebilirim. Böylesi eski bir yerin bu zamana kadar ayakta kaldığına şaşırmadığımı söyleyemem. Koyu renk taş bloklarının birleşmesiyle inşa edilmiş kilisenin en göz alıcı parçası en yüksek noktasındaki baş aşağı asılmış altın renkli kutsal haç işaretiydi. Yosun tutmuş , çatlamış duvarların ardından gelen sesler ve cılız ışık oraya yönelmeme sebep oldu. Büyük , oymalı , her bir karesinde mitolojik figürlerin kazılı olduğu siyah kapının hemen yanındaki küçük aralıktan içeri göz atmak istedim. Birkaç metre önümdeki duvara yansıyan gölgeler dışında hiçbir şey göremiyordum. Sesler ardı ardına tekrarlanan çığlıklardan farksızdı. Buranın bir kilise olduğunu bilmesem satanist ayini olduğundan emin olabilirdim. Kulak tırmalayan cinsten bir gıcırtı sesinin ardından büyük giriş kapısının açıldığını anlamıştım. Ancak ortalıkta kimseler yoktu. İçeri girmem isteniliyordu bu açık bir işaretti. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz dışarının ne kadar ferah olduğunu anladım. İçeride tarifi imkansız derecede ağır bir koku vardı. Hemen kapının yanında yanmakta olan meşaleyi elime aldım ve seslerin yükseldiği karanlık koridora doğru yürümeye başladım. Her adımımda sesler daha da yankılanıyor, güçleniyordu. Sadece tek bir insanın geçebileceği darlıkta olan koridor sonunda bittiğinde daha aydınlık büyük bir avlunun içindeydim. Binlerce mum bu devasa yeri aydınlatıyordu. Duvarlarda daha önce hiç görmediğim tuhaf semboller vardı. Ve içeri girdiğim an aldığım kokunun kaynağı işte tam burasıydı. İçerdeki seslerin kaynağı olan insanlar beni farketmemişti yada görmüyordu. Sonuçta bu bir rüya. Siyah yer döşemesinin üstü kırmızı çizgilerle bölümlere ayrılmıştı. Kırmızı , uzun , başlıklı pelerin takan yüzlerce insan daireler şeklinde ard arda sıralanmıştı ve ortalarındaki altın maskeli adamın okuduğu yabancı dilde , anlayamadığım sözcüklere karşılık veriyordu. Etrafında toplandıkları dairenin içinde sekiz köşeli bir yıldız vardı ve okuyamadığım karmaşık semboller. Altın maskeli adam elindeki kafatasının içinden kan olduğunu düşündüğüm bir sıvıyı yerdeki kupaya döktü ve çığlıkların gittikçe yükseldiği o an kupa alev aldı. Mavi ve devamlı yanan büyük bir ateşti bu. Herkesin geri çekilmesiyle o büyük ışık patlaması gözleri kör edecek şekilde meydana geldi. Işığı göz kamaştırıyordu ama onu görebiliyordum. Kar beyazı kanatlarını ve içinde barındırdığı enerjinin gücünü görebiliyordum. Bir melek. Kapana kısılmıştı. Öfkeli ve bir o kadar da patlamaya hazırdı. Altın maskeli adam bu yüksek enerjiden ve ışıktan etkilenmiyordu ve kaldığı yerden sözleri aynı hızda okumaya devam ediyordu. Çemberin içindeki alev maviden kırmızıya döndüğünde çığlıklar kesilmişti. Melekten geriye kalan altın kupanın içindeki saf beyaz özüydü. Onu öldürmüşlerdi. Herkes bir ağızdan yüksek sesle son bir şey söyledi. Quia deum lucis fere . Son sözcüğü de söylediklerinde hepsi bana bakıyordu.

SürgünHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin