KIRAÇ
Ağacın kavuğuna yaslanmış onu izliyordum. Fani dünyada renkleri seçemiyor, her şeyi siyah beyaz görüyordum. Sadece bir şey hariç... Etrafında sarı ışık saçları ile bir bütün oluşturup ahenkle salınıyordu. Büyülü bir havası vardı. Sanki gökyüzünden bir armağan olarak yeryüzüne hediye edilmiş bir yıldız gibi ya da engin okyanusların derinliklerinden çıkartılıp getirilen inci tanesi gibi kıymetli duruyordu. O hep mi böyleydi yoksa ölüm ve yaşam arasına sıkışmış olması mı onu eşsiz biri haline getirmişti? Belki de kaderin bizim üzerime çizdiği yol beni bir sis perdesinin ardına çekmişti. Kehanet tüm kartları yeniden dağıtan lanetli bir oyundu aslında.
Tam yüzüne vuran güneşte güzelliğini ikiye katlar düzeydeydi. Uzakta olsa bile mavi, gri karışımı gözleri ben buradayım diye bağırıyordu adeta
İnsanı Azap Nehrine sokmuş kadar acı çektirecek güzelliğe sahipti. Felekler aşkına niye böyle zor bir görev verilmişti?
Şu an bu kehanetin içerisinde olmaktansa kötü ruhların peşine düşmeyi tercih ederdim. En azından onlar leş varlıklardı. Meriç ise çok farklıydı. Gördüğüm hiçbir canlıya benzemiyordu. Eşi benzeri yoktu. En azından ben henüz görmemiştim. Karşımda Feyza'dan koparılıp yer yüzüne konmuş gerçek bir yıldız vardı.
Yanında bir kız iki erkek olmak üzere üç arkadaşı vardı ve onlarla çok mutlu gözüküyordu. Dışarıdan bakan birisi için hayat dolu bir kişilikti ama içerisinde kopan fırtınalar tüm zamanların bütün felaketlerini gölgede bırakacak türdendi. Kendisinin bile farkında olmadığı şeyler damarlarında açlıkla bedenini ele geçirmek üzere ilerliyordu ve zamanı geldiğinde eski benliği tamamen yok olacaktı.
Taze sıcak kanı damarlarında akmaya devam ettiği sürece de başı beladan kurtulmayacaktı. Tamda bazılarının ağzını sulandıracak türdendi. Zulumat'ta büyük bir bomba etkisi yarattığını farkında değildi. Herkes onun yaşayan ruhunu alarak onu boş kabuk gibi köşeye fırlatmak istiyordu. Buna izin verecek miydim? Bilmiyordum. Fakat ortada bir kehanet vardı ve onu görmezden gelemezdim. Üstelik ben de o kehanetin bir parçasıysam elimden gerekeni yapmak zorundaydım.
Etrafta gezinen diğer ruhlara göz attım. Bir tanesi dokuz yaşlarında var yok bir erkek çocuğuydu. Kaldırıma oturmuş elinde kasketini tutarak ağlıyordu. Arada bir "Anneciğim." dediğini duyuyordum. Üstünde ki kıyafetlere bakacak olursak benden bile eski tarihte ölmüştü. Kemikleri görünecek türde zayıflığı ile kıtlık zamanında yetiştiğini de söylenebilirdi. İçim biraz sızlamıştı doğrusu.
Her şeyin normal olduğunu düşünürken gökyüzünde bir karaltı oldu. Gökyüzünde beliren kara delik belirdiği gibi anında kayboldu. Olduğum yerde doğrulup kafamı yukarıya kaldırdım. Çocuk bile ağlamayı kesmiş korkuyla bakıyordu.
Kara ruh canavarı hedefini Meriç'e yöneltmiş hızla ilerliyordu. Uzun ince kolları bir tahta parçasını aratmayacak kadar kuruydu. Kocaman pençeli elleri kollarına tezat oluşturuyordu. Uzun ince başının tepesinde kıvrık boynuzları vardı. Bacakları kara buluttan ibaret havada süzülüyordu.
Bir küfür savurup harekete geçtim. Cebimde ki yıldız pusulasının çarkını yolculuk için ayarlarken pesinden koşarak ilerliyordum. Leş kokusu burun kökümü sızlatıyordu. Ölümün ve kötülüğün gerçek kokusunu ölümlüler alsa bu iğrenç koku karşısında kötülükten korkup kötülükten uzak dururlardı belki. Beynime kadar ilerleyen keskin koku diri diri yanmak kadar acı veriyordu.
Meriç'e göz attığımda arkadaşlarıyla normal bir şekilde konuşuyor olsa da ölümün soğukluğunu hisseden kolları göğsünde kavuşmuştu ve vücudu gergindi. Kalp atışını buradan duyabiliyordum. Kesinlikle ters giden bir durum olduğunu anlamıştı ama belli etmemek içim kendini zorluyordu. Dirençli ve güçlü bir yıldız... Hissediyor ama etrafına bakıp göreceği şeyden de korkuyor olabilirdi.
Öne atılıp havaya sıçradığımda delik deşik siyah pelerinini tuttuğum yaratık bana kızıl gözleriyle bakıp bağırdı. Sesi yeri göğü inleten bir makine ve ıslık tarzı bir sesti. Fani dünyada olmamıza rağmen Zulumat'tan duyulmuş olma olasılığı yüksekti. Bırakmamak için büyük çaba harcarken sağa sola sallanarak beni savurmaya çalışıyordu. Dayanacak gücüm yoktu ama pes etmeyecektim de. Sebebini bilmediğim bir şekilde gücümün dibini görüyordum. Ben bu değildim. Tek başıma üç kara ruhu haklayan biriyken bu basit yaratık beni zorluyor olamazdı.
"Lanet olsun! Keşke sizin türünüzü yok etmenin bir yolu olsaydı!" diye söylenip pusulanın tepesinde yer alan düğmeye tam vaktinde bastım.
Açılan kapı portalıyla karanlıkta canavarla ilerlerken bağırması devam ediyordu. Neresi olduğunun bir önemi olmadan en yakın boşlukta kurtulmak için can atıyordum. Bu iğrenç yaratığın sesine bir saniye bile katlanamazdım. Beklediğim gibi devasa elini havaya savurunca pelerinin arkasına girdim. Bir darbesiyle içime sızacak karanlığa izin veremezdim.
Pusula kuzeyi gösterince sırıttım. "Evet, koca oğlan son durağa geldik. Seninle vakit geçirmek güzeldi." deyip pelerinini bıraktım ve sırtına sert bir tekme attım.
Benimle uğraşmaktan gardı düşen yaratık açılan kapıdan içeriye girerek gözden kayboldu. Zafer mutluluğundan havaya bir yumruk savurdum.
MERİÇ
Gökyüzünde benim üç katım olan canavarı hissedip göz ucuyla gördüğüm için yerimde taş kesilmiştim. Bir şey yokmuş gibi davranmak zordu. Arkadaşlarımın konuşmalarına bir turlu adapte olamıyordum. Bir daha baktığımda mavi ışığı ile yaratıkla mücadele eden Kıraç'ı gördüğümde mutluluktan ağlayasım gelmişti. O pusulasıyla uğraşırken yaratık üzerime gelmeye devam ediyordu.
Böyle iğrenç ve korkunç yaratıkların varlığının gerçek olduğunu söyleseler güler geçerdim. Gerçi karşımda gördüğüm manzara karşısında hâlâ inanmıyordum. Gözümle görsem inanmam dedikleri buydu sanırım. Tabii ki sadece göz attığım için yaratığı detaylı incelememiştim. Bakmaya deli gibi korkuyordum. Bakarsam ne olacağını bilemiyordum. Olduğum yerde yığılıp kalacağım kesindi.
Çıkardığı ses kulak zarını patlatacak dereceydi. Kendimi yere atıp gözlerimi sımsıkı yumduktan sonra ellimi başıma vurarak sesten kurtulmak istiyordum. Bitmek tükenmeyen bir zamandaydım. Sesi öyle korkunçtu ki bunu tarif edecek kelimeleri bulamıyordum. Tek hissettiğim ciğerlerimdeki oksijenin, damarlarımdaki kanın kuruyup çekilmeye başlamasıydı. Sanki ölüm yanı başımdaydı ve sonum gelmişti.
Ses birden yok olsa bile hâlâ kulağımda uğultusunu hissediyordum. Sanki beynimi devasa matkapla deliyorlardı. Hayır, daha fazlasıydı. Sesim kesilmesiyle gözlerimi aralayıp bana endişeyle bakan arkadaşlarıma baktım. Güneş ışınları bir süre gözlerimin önünde renkli benekler uçuştursa da sonunda görüşüm düzelmeye başlamıştı. Gülçin ve Taha'nın kolumdan tutup ayağa kaldırmasına izin vermiştim ama bacaklarım beni taşımayacak kadar titriyordu.
Herkesin bana baktığını görünce, "Sorun yok iyiyim." diye zor da olsa bir açıklama yaptım. Tahmin edileceği üzere arkadaşlarım şaka yapmışım gibi bana bakıyorlardı. "Gerçekten iyiyim."
Göz ucuyla baktığımda ne Kıraç ne de yaratık ortalıkta yoktu.
İçim rahatlamıştı. Daha sonra aklıma gelen şeyle kendimi Kıraç için endişelenirken buldum. O yaratıkla baş edebilir miydi? Uzun suredir ölü olan biri bunun gibi kim bilir kaç yaratıkla mücadele etmişti. Fakat merak etmemek elde değildi. Beni anlayıp benim gibi olan tek kişiyi de kaybetmek istemiyordum. Üstelik güvenebileceğim hiç kimse yoktu. Hatta ona bile güvenmiyordum ama başka seçeneğim yok gibiydi. Şimdilik.
Barış, "Son birkaç gündür seni hiç iyi görmüyorum. Beni endişelendiriyorsun." deyip suyu avcuna döküp yüzüme çarptı.
"Ben bile kendimi iyi hissetmiyorken sen nasıl iyi göresin."
"Bize anlatmadığın şeyler var değil mi?"
"Evet." deyip okulun demir kapısından çıkacakken biri bana seslenince hep beraber durduk.
"Meriç, bekle!"
Arkamı döndüğümde Cenk koşarak yanımıza geliyordu. Elinde de bir şeyi deli sallıyordu.
Arkadaşlarıma doğru dönüp, "Siz önden gidin. Ben hemen geleceğim." dedim ama Barış'ın pek gitmeye niyeti yok gibiydi. Gülçin kolundan çekiştirene kadar ters bakışlarla ikimize bakıyordu. En sonunda gittiklerinde Cenk elindeki şeyi bana uzattı.
"Ceketini alırken bunu düşürdün ama yerden alıp kalkana kadar ortadan kaybolmuştun." diyen Cenk nefes nefese kalmıştı.
Elinde tuttuğu şeye ağzı olan canlı bir kitapmış gibi bakıyordum. Bir nevi öyleydi. Dün gece ve az önce Kıraç'ın elinde gördüğüm pusulanın aynısıydı. İyi de bu nasıl bana gelmişti? Avcumdan biraz büyükçe olan yuvarlak pusulanım içinde yıldızdan çarklar minik minik ya da büyük bir şekilde yerleşmişti. Arka planda parlayan yıldızlı gökyüzü sanki bana göz kırpıyordu. Derince olan pusulanın iç kısmınsa yazan harfler dikkatimi çekmişti. Dikkatli bakınca şunların yazdığını gördüm; Feyza'da asılı kalan yıldız Meriç için
"Ben, ben teşekkür ederim. Hiç fark etmemiştim." diyebildim en sonunda.
Soğukkanlı ve normal bir insan gibi davranıp gülümsedikten sonra pusulayı kot ceketimin cebine koydum. Titreyen ellerimi de görmemesi için elimi cebimden çıkartmıyordum.
"Baya eski bir şeye benziyor. Aile yadigarı mı?"
"Hırsız arkadaşlarınıza koşa koşa haber vermek için mi soruyorsun?" derken çokta ciddi olmadığımı anlamasın diye biraz gülümsedim.
"Aslında tek başıma da halledebilirim. Belki sana sahtesini verip kendimi orijinalini almışımdır."
"Sıra arkadaşım olmana burada son versek iyi olacak sanırım." dedikten sonra gerçek kahkaha attım ve cebimden pusulayı çıkarttım. "Ayrıca dediğin şey günümüz için mümkün değil. Yani beş dakika sahtesini yapmak için süper gücün olmalı. Şimdi bakalım gerçek mi, sahte mi?"
Güneşe doğru tek gözümü kısıp bakarken pusulanın içinde iki kızıl gözün bana baktığını görünce pusula elimden düşmek üzereyken havada yakaladım. Cenk'e tedirgin bakışlar attığımda gördüğüm şeyi görmediğini belirten yüz ifadesini görmek rahatlatmıştı ama beni neyin korkuttuğunu da merak eder gibi bakıyordu.
"İçinde pusulanın ölü sahipleri mi gözüküyor?" diye sorduğunda saç diplerime kadar buz gibi oldum.
Hiç aklıma böyle bir şey gelmemişken Cenk'in böyle bir ihtimal sunması beni epey şaşırtmıştı. Ya karşımda ki Cenk değilse? Pusulayı bana teslim etmek için kılık değiştiren biri olma ihtimali var mıydı? Kahretsin ki bilmiyordum. Bir günde hayatım tamamen altüst olduğu için artık neyin gerçek neyin yalan olduğunu kestiremiyordum.
En sonunda çözülen dilimle, "Fazla hayalperestsin Cenk." dedim ama söylediğim yalandan dilim ağzımda büyüyordu.
"Gerçek dünyadansa hayal dünyasında yaşamak daha güzel bence."
"Bu kadar emin olma derim. Neyse benim artık gitmem lazım. Görüşürüz, yani proje için..." dedikten sonra el sallayıp yanından ayrılmıştım ki başımı arkaya çevirip aklıma gelen fikri vazgeçmeden söyledim. "Bizimle gelmek ister misin?"
Tam cevap verecek iken Pamir arkasından gelerek, "Ne oldu, kızı düşüremedin mi Cenk?" diye sorduğunda ileri atılıp saldıracaktım ama Cenk aramıza kolunu uzatıp engel oldu. "Amma saldırgansın kızım ya, seninle kim sevgili olur ki zaten."
"Sana ne benim kişiliğimden de aşk hayatımdan da. Sen kendini ne zannediyorsun?!"
"Valla ben kendimi çok şey zannediyorum ama sen eksilerdesin Meriç."
Cenk, "Meriç, haydi sen git." deyip beni kollarımdan tutarak uzaklaştırmaya başladı.
Kollarına vurup kurtulduktan sonra işaret parmağımı Pamir'e tehditkarca sallayıp arkamı dönerek ayaklarımı yere vura vura çıkışa doğru gittim. Arkamdan ikisinin seslerinin yükseldiğini duysam bile dönüp bakmadım. Tek duyduğum şey Cenk'in beni savunmasıydı. Hemen yumuşamak yok Meriç, sana yaptıklarını iki cümleyle silip atamazsın.
Bisikletime atlayıp pedal çevirmeye başladım. Her zaman gittiğimiz yolun aksine yani dümdüz değil de sol taraftaki yokuşa yöneldim. Tabii buna yokuş denmezdi çünkü tam bıçak sırtı gibiydi. Dişlerim birbirine çarparken içimde çıkmak üzereydi. Yokuş inmek kolaydı ama çıkmak tam bir zulüm. Bizimkiler yayan ilerlediği için yetişmek zor olmamıştı ama yine bisikleti durdurana kadar onların epey önüne geçmiştim. Yan dönerek ayaklarımı yere bastığımda düz yola gelmenin rahatlığı ve mutluluğuyla derin nefes aldım. Nefes.
Uzun zamandır böylesine ferah bir nefes aldığımı hatırlamıyordum. Dört aydır aldığım her nefes bile benim yaralarımı kanatmak, iyileştirmek istemez gibi canımı acıtıyordu. Göğsüme saplanan acılar olmadan nefes almak ne de güzel bir şeymiş. Oysaki on yedi yıllık yaşamamım sadece bir dakikada gerçekleşen bir kazayla yok olmuş, bana yeni bir hayat verilmişti. Ne yazık ki bana bahşedilen ikinci hayatım bana hiç iyi davranmamıştı. Tam tersine yaşamam bir armağan değil ceza olmuştu.
Her günüm Cehennem 'de diri diri yanmak kadar azap vermişti genç bedenime. Cehennem 'in ateşi de karaydı, geceden bile karaydı. "Keşke bu karanlıktan kurtulsam." demediğim bir saniye bile yoktu ve dileğim gerçek olmuştu. İlk defa izlenmediğimi hissediyordum. Sanki bir kabustan uyanmış gibi kendimi sersem ama bir o kadarda dinç hissediyordum.
Suratı kıpkırmızı olan Taha ellerini dizlerine koyup soluklanırken, "Ne istiyormuş o andaval?" diye sordu.
Barış, "Kesin yine dalga geçmeye gelmiştir. Başka ne olacak." diye homurdandı.
"Barış yemin ediyorum sivrisinek kadar beynin yok." diyen Gülçin koluna elinin tersiyle bir tokat attı. "Sonuçta proje ödevinde beraberler."
"Herkes bir sakin olsun." deyip ellerimi yukarıya kaldırdım. Sustuklarını görünce devam ettim. "Gülçin haklı. Projeyle ilgili bir şeyler konuştuk. Bu kadar."
"Meriç bu kadar diyorsa bu kadardır." diyen tosuncuğa minnetle baktım. Bu çocuğu boşuna sevmiyordum. "Şimdi yemek yemeye gidebilir miyiz?"
"Evet tosunum." deyip koluna girdikten sonra bir yandan da bisikletimi ilerletiyordum.
Bir kez daha sola döndükten sonra en sevdiğim sokağa girmiş bulunmaktaydık. Belki de buranın her yerinin altını üstüne getirerek büyüdüğüm içim seviyordum. Burası mahalle sakinlerinin iş yerleri olduğu oldukça nezih yerdi. Ağaçların sırayla dizildiği yol mis gibi kokuyordu çünkü bu sokakta çok güzel çiçekler vardı. Özellikle bizim dükkanın yanında ki çiçekçi dükkanından yayılan kokular geçenleri mest ediyordu. Dört dükkan geçince annemin dükkanının önüne de gelmiştik. Anne Eli Değmiş Gibi yine tıka basa müşteri doluydu.
Annem geldiğimizi görünce yüzünde sıcak bir gülümsemeyle, "Hoş geldiniz çocuklar!" deyip tezgahın etrafından dolaşarak yanımıza geldi. "Siz geçin istediğiniz yere. Ben de hemen servis açayım."
Talha, "Müjde abla vallahi kurt gibi açım. Ne var menü de?" diye sorduktan sonra midesinden gelen gurultuyla açlığını kanıtlamış oldu. Duyan oldu mu diye etrafına bakarken biz gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. "Acıkmak suç mu?!"
Annem, "Olur mu öyle şey, sen bakma onlara." diye gülüp sırtını sıvazladıktan sonra gelen başka müşteriyle ilgilenmek için tezgahın arkasına geçti.
O sırada başka masadan seslenen birini gören Gülçin hemen oraya gidip müşteriye yardımcı oldu. Bizimkiler ise cama yapışmış ağızlarının suyunu akıtarak yemeklere bakıyorlardı. Üçü de hemfikir olarak İslim Kebabı yanında pilav ve salatada karar kılmıştı. Bende maç öncesi midemi yormamak adına bir çorba ve salata yemeyi tercih ettim. Kokuları her ne kadar iştah kabartsa da kendimi tutmak zorundaydım
"Ben üzerimi değiştirip geliyorum." deyip arka tarafta depo gibi kullanılan yere geçtim.
Kapıyı kilitledikten sonra çantamı masanın üstüne atıp okul pantolonumu çıkarttım. Aslında burayı depo olarak kullanacaktık ama babam işler ilerleyince yandaki dükkanı da alıp buraya katınca buna gerek kalmamıştı. Burası da daha çok ofis gibi küçük ama kullanışlı bir alandı.
Siyah taytım ve göbeğimi açıkta bırakan bir atlet tarzı tişört giydikten sonra gri renkli hırkamı üstüne geçirdim. Çıkarttıklarımı da akşam almak üzere sandalyenin üstüne attım. Tam dışarı çıkmak için elimi kapı kulpuna uzatmıştım ki soğuk nefes enseme üfleyince olduğum yerde kaldım.
Ağır ağır arkama döndüğümde boy aynasından dışarıya çıkmak için birbirini iten karanlık ruhları gördüm. Tamamen siyah olup hiçbir yerleri belli olmayan bu insansı varlıklar hep peşimdeydi. Bunlar her neyse insan görüntülerine rağmen insan değillerdi. Hiç değilse hislerim öyle diyordu. Burnuma ilk defa kokuları gelince öğürüp elimle ağzımı kapattım. Keşke kokularını almamaya devam etseydim.
Kapıya yaslanıp yavaşça kapıyı açmak için uzanırken gözlerimi kırpmadan aynaya bakıyordum. Çıkardıkları sesler yoğun fısıltılar başka bir şey değildi. Ne dediklerini anlamak zordu. Elim kapı kulpunu bulduğunda elimin üstünde hissettiğim soğukluk ile çığlık attım ve yere düştüm. Nereden geldiğini anlayamadığım bir ruh uzun saçlarını yüzümde dans ettirerek daha çok yaklaşıyordu. Gözlerimi yumup başımı cevirsem bile soğuk ve leş kokusu burnumu sızlatıyordu.
Tırnaklarım derimi acıtacak kadar ellerimi sıkarken "Ne, ne istiyorsunuz?" demeyi başardım. Sesim öyle korkmuş bir şekilde titriyordu ki beni anlaması bile imkansızdı.
Yanağı yanağıma değen kötü ruh kulağıma yaklaşıp, "Pusulayı yok edeceksin." Diye fısıldadı.
Pusula... tamamen aklımdan çıkmıştı ve ceketimin cebinde duruyordu. Ben ondan uzaklaştığım an geri gelmişlerdi. Simdi de onu yok etmemi istiyorlardı. Çünkü o varken bana yaklaşamıyorlardı. Sonunda pusulanın olayını çözmüştüm.
"Sakın bizimle oyun oynamaya kalkma. Yoksa sıcak ruhunun tadını almak için sırada bekleyenler bir saniye beklemez."
Kötü ruh bur anda kaybolunca gözlerimi aralayıp etrafa bakındım. Ne köşelerden örümcek gibi sürünenler ne de aynadan dışarıya çıkmak isteyenler vardı. Karanlık ve soğuk oda tekrar eski haline geri dönmüştü.
Kendime geldiğimde ruhların nedene kaybolduğunu da kapıya vurulan yumruklardan olduğunu anlamıştım. Çığlığımı duyup gelmiş olmalıydılar. Annemde dahil arkadaşlarımın panik içinde bana seslenmelerini duyuyor, cevap veremiyordum. Siyah saçlar hâlâ yüzümde dolanıyor gibiydi.
"Ben iyi-iyiyim!" diye kekeleyerek seslendikten sonra yerden kalkmadan emekleyerek ceketime doğru gitmekte başladım. "Sadece ufak bir böcek gördüm."
Aynen ufak bir böcek... masanın yanına geldiğimde köşesine tutunup ağır ağır ayağa kalktım. Elimi çektiğim an düşeceğimi bildiğim için tahta masayı elime kıymıklar batacak kadar sıkıyordum. Acı umurumda değildi. Umurumda olan başka şeyler vardı. Sandalyenin koluna attığım ceketimi masaya atıp cebinden pusulayı çıkarttım.
Altın kaplamaları fener gibi odayı aydınlatırken içimi de sıcaklıkla kaplamıştı. Gözlerimden bir kaç damla yaş akarken bir metal parçası olan pusulayı göğsüme bastırıp derin bir nefes aldım. Bir pusula nasıl bu kadar değerli olabilir ki? Fakat sıradan bir pusula değil, efsunlu olduğu bir kesindi. Kıraç boş yere bunu bana vermezdi diye düşünüyorum.
"Neredesin Kıraç? Sana ihtiyacım var."
Seslenişim karşında camda bir ses oldu ve oraya yöneldim. Stor perdeyi açtığımda içeriye dolan güneş ışığı odaya doldu. Camın kenarındaki kuşu görünce hemen camı açtım. Elimi çekincence kuşa doğru uzattığımda kaçmak yerine başını elime uzattı. Gagasıyla avcumun içini gagalayınca tıslayıp geri çektim. Kaşlarım çatık bir halde elime baktığımda avcumda yavaş yavaş beliren yazı olduğunu fark ettim.
"Pusulayı sakın yanından ayırma Meriç. Canın pahasına koru."
Başımı kaldırıp baktığım da çoktan ortadan kaybolmuştu.
Çalan düdük ve antrenörün elini "T" işareti yapmasıyla mola vakti de gelmiş oldu. Ellerimi dizlerime koyup öne eğilerek nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Kalbim ağzımda atıyor, ter damlaları alnımdan süzülerek boynuma doğru yol alıyor ve ciğerlerim nefessizlikten patlayacak gibiydi.
Nefesimi biraz da olsa kontrol altına aldıktan sonra doğrulup elimin tersiyle alnımdaki teri sildim. Spor salonundaki koltuklarda duran suluğumu alıp büyük bir açlıkla içtim.
"Meriç, gerçekten harika iş çıkarttın." diyen Sinem'in sesiyle ona doğru dondum. Işıl ışıl parlayan gözleriyle bana bakıyordu. "İlk set olmasına rağmen gayet iyisin. Fakat karşılamalarda bileğinin iç kısmıyla vurmamaya dikkat et." deyip omzuma hafifçe dokunup sahaya geri döndü.
Sahaya döndüğü an konuşmaya dalıp herkesin yüzünü güldürmüştü. Onun olduğu ortamda kimse sıkılmazdı. Enerjisi herkese yetecek kadar fazlaydı. Kendisi koyu kahve gözleri ve siyah saçlarıyla hoş bir kızdı ve bizim takım koçumuzdu. Kıza yakınlık hissetmemin en büyük sebebi de Eslem'in kuzeni olmasıydı. Ona baktığımda hep arkadaşımı görüyordum. Bu yüzden yanında dut yemiş bülbüle dönüyordum. O da bunun farkında olduğu için anlayış gösteriyordu.
Takımda kuzeninin yerini aldığını öğrendiğimde beni beden öğretmenine önerenin de o olduğunu anlamış oldum. İkimizin de tek istediği Eslem'in yarım kalan hayallerini tamamlamaktı. Buradaysam sırf arkadaşım içindi.
Molanın bitmesiyle takım yavaş yavaş yerine geçmeye başlamıştı. Kestane rengi saçları olan ama adını bilmediğim kız Servis Alanına geçip düdüğün çalmasıyla topu karşı takıma doğru atarak maçı başlattı. İkinci sette daha iyi olacağıma inanıyordum.
Ezgi yanımdan geçip karşıdaki yerine giderken, "Seninle karşılıklı oynamak çok zevkliydi ama bu son setin olacak." dedi.
"Burada son setim olsa bile bur proje ödevimizin olduğunu unutma."
"Beraber yapacağımızı kim söyledi? Biz Cenk'le gezerken sen de bize gerekli bilgileri araştırıp bulursun. Sonra da bize verirsin ve olur biter." Dedikten sonra tribünlerde oturan Cenk'e cilveli bir şekilde gülümseyip el salladı. Düdüğün çalmasıyla yerime geçtim.
"Sen öyle san bakalım. Ödev nasıl yapılır sana göstereceğim."
En önde durduğum için karşı takımdakileri takip etmem daha kolaydı.
Üstüme gelen topu görünce ellerimi birleştirip topu hemen karşıladım. Topun elimle buluşmasında çıkan tok çıkan ses nasılda zevk veriyordu. Gayet güzel bir atıştı. Attığım top karşıdan da güzel karşılandı ama top bizim tarafa gelip yere değince bir puan kazanmış oldular.
Aralıksız yaptığımız setlerin sonuncusu yani beşincisindeydik. Bacaklarımda ki kaslar ateş gibi yansa da benim durmaya niyetim yoktu. Hissettiğim rüzgarla olduğum yerde donup kalınca topu karşılayamamıştım. Gölgelerin canı cehenneme, tam vaktinde gelmişlerdi. Diğer sayıda topun tekrar üstüme geldiğini görmüştüm ama çok yukarıdaydı. Üstelik hissettiğim rüzgar tüm konsantrasyonumu yerle bir ettiği için gözümün önünü bile göremeyecek durumdaydım. Topun hizasına zıplamak için boyum pek yetişmezdi ve çok yakın mesafeydi. Yeterli pay yoktu.
Ben bunları tartıp düşünürken demir kadar soğuk eller belimi sarıp beni havaya kaldırdığında soğuk kanlılığımı korumaya çalışıyordum. Bunu fırsat bilip topa manşetle karşılık verdim. Tabi elimin ayarı biraz kaçtığı için top spor salonun öteki ucuna gitmişti. Alacağımız tek puanı da kaybetmiştik. Hâlâ havada olduğumu fark edince içimi bir ürperti bastı. Bunu beni tutan ellerde fark etmiş olacak ki hızla yere kondum.
Omzumun üzerinden baktığımda bir kaşı havada sert ifadeyle bakan Kıraç vardı.
"Sen kafayı mı yedin? Az önce yaptığın şey çok tehlikeliydi!" diye sıkılı dişlerimin arasından tısladım. "Burada ne işin var?!"
"Günü kurtarmamım karşılığı bu mu?" deyip göz kırptıktan sonra devam etti. "Üstelik güzel bir karşılamaydı ama elinin ayarını tutturman lazım. Tek sayıdan da oldunuz."
"Çok biliyorsan kendin oyna." diye çıkıştım elimi belime koyup ayağımı öne çıkartıp diğerine ağırlık vererek.
"Zaten beraber oynadık."
"Evet ama bir daha bana böyle sinsice yaklaşma."
"İstersen yanına hiç gelmem. Benim de canıma minnet."
"Al benden de o kadar Drongo kuşu." dedikten sonra etrafın sessizliği dikkatimi çekti. Omzumun üstünden bakıp etrafı süzdüğüm de herkes işi gücü bırakmış bana bakıyordu.
Gördükleri şey şuydu; boşluğa karşı ellerini kollarını sallayarak kendi kendine konuşan bir kız. Akıllarından gecen şeyse deli olduğumdu. Utanma duygusu hızla ilerleyip yanaklarıma oturdu. Havanın sıcaklığı da hiç yardımcı olmuyordu. Deminden beri hiç farkında olmadan hararetli bir şekilde Kıraç'la konuşuyordum. Onun görünmediği tamamen aklımdan çıkmıştı.
Bir anda elimde beliren cep telefonuma baktıktan sonra yavaşça diğerlerine yüzümü döndüm. Elimde gördükleri telefonla etrafta gülüşmeler başlamıştı. Galiba ucuz yırtmıştım ama bu telefon nereden gelmişti? Bunu salonun en köşesinde yer alan çantamın içinde bırakmıştım. Kıraç'ın gülmesine bakarsak kaşla göz arası telefonumu getirmişti. Çok şükür işe yarar bir şey yapmıştı.
Dağılan kalabalıkla birlikte bende eşyalarımı toplamak üzere harekete geçtim. Göz ucuyla yukarıya doğru baktığımda Cenk'in yerinde olmadığını gördüm. Ezgi buradayken nereye kayboldu ki? Aman banane, neredeyse nerede.
Kıraç, havadan süzülerek yanıma konduktan sonra bana ayak uydurmaya başladı. Ona biraz kızgındım.
"Sana telepati yöntemiyle konuşabildiğimizi söylemeyi unuttum." deyince mavi yakışıklı suratının ortasına yumruk atasım gelmişti. Fakat ruhani varlığında olduğu için bu imkânsızdı. Bu daha çok sinirlerimi bozmuştu.
Sert bakışlarıma karşı kahkaha atıp, "Bana biraz daha öyle bakarsan şuracıkta taşa döneceğim." dedi. "Layemut bile daha az korkutucu bakıyor."
Önüme bakıp fısıldayarak, "Sana taşa çevirmekten daha fazlasını yapmak istiyorum. Mesela ayağına taş bağlayıp Azap Nehri'ne atmak gibi."
Bir anda durunca bende durup yüzüne baktım. Çünkü yüzüne oturan endişe tüylerimi ürpertiyordu. Geri geri gidip aramıza mesafe açmak isterken o da üzerime geliyordu. Korkmaya başlamıştım. Eli boynuma doğru gittiğinde irkilmeden edemedim. Ruhani eli sıcak tenime değdiği an bağırmamak için kendimi zor tuttum. Kızgın demirle derim dağlanıyor gibi acıyordu.
"Boynunda kara ruhun açtığı bir yara var." derken sesi hiç olmadığı kadar insan dışıydı. Çenesi seğirirken elini çekip yüzünü sıvazladı. "Bu nasıl oldu?"
"Ne dediğini anlamıyorum?" deyip az önce dokunduğu yere elimi götürdüm. Elimi geri çektiğimde parmaklarıma bulaşan yeşil siyah rengimde yapış yapış bir sıvı olduğunu gördüm. Koklamak için öne uzandığımda tam tahmin ettiğim gibi berbat koku burnuma doldu. "Lütfen bana mantıklı bir açıklama yap Kıraç."
"Meriç içine sızan karanlık var. O yara kapanmadığı sürece seni başka biri yapıp zihnini ele geçirecek."
Demişti ki olduğu yerde durup omzunun üzerinden baktı. Ben de neye baktığına bakacaktım ki eliyle kolumu tutup sertçe sıkarak engel oldu. Elleri demirden bir pençe gibiydi.
Ruhani bedende olmasına rağmen elini katı bir cisim gibi hissediyordum. "Sakın arkana bakma!"
Dediği şey daha çok arkama bakmak istememe sebep olsa da bugünlük gördüklerim yetmişti. O yüzden göz ucuyla bile bakmıyordum. Yine de burnuma gelen küf ve kan kokusuyla pek te iyi bir şey olmadığını anlamak mümkündü. Ardından duyduğum ses ile tüylerim diken diken oldu. Devasa bir boğanın burnundan soluması ve çığlık karışımıydı. Arkamdaki her neyse görmemem en iyisiydi. Kıraç kolunu belime sararak çıkışa doğru ilerletmeye başladı. Bankta duran eşyalarımı kucaklayıp ona ayak uydurdum.
Arkamızdan gelen sesler eğer yaratığın ayak sesleriyse işimiz bitmişti. Her adımında altımızdaki zemin titreyip bizim dengemizin bozulmasına neden oluyordu. Koşmadan hızlı adımlarla yürümeye devam edersek yaratığın bizi yakalaması an meselesiydi. Ki koşsak bile kurtulacağımıza dair bir inancım da yoktu. Sadece tüm olanların bir kabus olmasını ve uyanmayı istiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zulumat: Ruhlar Çıkmazı
FantastikMeriç, bir gün okul çıkışı evine servisle döner. Kış aynın soğuk ve çetin günlerinde yollarda oldukça tehlikelidir. Fakat servis şoförü ne kadar dikkat etse de kaza kaçınılmaz olur. Bu kazada öğrencilerin yarısı ağır yaralanır. Meriç ise ölümle yaşa...