Uzun zaman önce büyük savaşçıların ve kadim savaşların mabedi olan Asya'da, dokuz budaklı Hayat Ağacı'ndan var olmuş dokuz Türk ulusu hüküm sürüyordu. Bu uluslar; Oğuzlar, Avarlar, Alkalar, Sakalar, Sibirler, Azarlar, Tokarlar ve Karkınlar idi. Asırlar önce tanrının ejderleri Bükrek ve Sangal, bu uluslardan kendilerine başkut seçmiş, onlara kendi yoldaşlarını seçme haddi vermişti... Böylece insanlar kutsal bir savaşa sürüklenmiş oldu. Bükrek'in yani ışığın elçileri kendi ruhlarının da mühürlenmesi pahasına, Sangal'ın yani karanlığın elçilerini yer altına hapsetmişlerdi. Hapsedilen ruhlardan Erk ve yoldaşları Asya'nın belli bölgelerinde ruh anıtlarıyla yerlerini belli ederek bir gün bu esaretten kurtulmaya, diğer tarafta ise Kayra ve yoldaşları karanlık gün yüzüne çıktığında onlara karşı çıkmak için yeniden doğmaya yemin etmişlerdi. İşte o gün bu kutsal savaşın ayak sesleri de yeniden duyuluyordu...
---
Baş ulus olan Oğuzlar'ın yaşadığı, Astana'daki Tiyan Şan Korganında endişe ve korku hakimdi...Dokut Era: Asırlardır büyüklerimizden bir kehanettir ki, karanlık ve ışık bir gün tekrar çarpışacak! Ne büyük şandır ki; Göktanrı bu savaş için bizleri, bizim devrimizi seçti. Bugün Astana topraklarındaki karanlık ruh anıtının çatladığı haberini aldık!
Korgan savaşçılarından gelen belli belirsiz uğultular...
Dokut Era: Beni dinleyin! Onlardan korkmamız için bir sebep yok, yıllardır bu güne hazırlandık, atamıza sadık kaldık. Her birimiz üzerinde durduğumuz topraklar için canımızı vermeye hazırız! Unutmayın ki karanlık varsa... Bir yerlerde ışık da vardır ve inanıyorum ki baş korgan olarak bu kutsal savaşın ışığı bizim içimizden çıkacaktır. Haydi yiğitlerim! Herkes bölüklerini hazırlasın, bu günden itibaren korgan olarak teyakkuzda olacağız.
Konuşma biter ve korganda hazırlıklar başlar.
Bu sırada Astana topraklarındaki Batık Ormanda eski ahşap bir kulübede yaşayan Ayata, dehşet verici bir kabusla cebelleşiyordu. Kendisine nefretle bakan, yüzü gözü kan içinde, çift boynuzlu miğferiyle ve tehditkar simasıyla iç ürperten bir adam görüyordu. Ayrıca kendisi de göz kamaştıracak kadar parlak, kana bulanmış bir kılıcı tutuyordu. Etrafında yüz binlerce ölü insan korkudan yüzleri çekilmiş bir şekilde toprağa kanlarını akıtıyordu. Karşısındaki adam kükrercesine "Kayraa!" diye bağırarak üzerine koşuyordu ki, annesinin sesiyle terler içinde yataktan fırladı, nefes alışverişi düzensizdi ve korktuğu belli oluyordu.
Umay oğlunun bu haline o kadar şaşırdı ki, cılız bir ses tonuyla ancak "Ayata!" diyebildi. Annesinin nasıl endişelendiğini gören Ayata hemen kendisini unutup onun yanına atıldı, soluk yüzünün iki yanına avuçlarını yerleştirip sadece kabus gördüğünü söyledi. Umay kocasını yuttan dolayı kaybettikten sonra, yetim kalmış çocuğuna karşı çok hassastı ve bu yüzden bir anda donup kalmıştı, oğlunun sözlerinden sonra aniden irkilip kendine geldi ve bakışlarını büyük bir dikkatle ona yönledirerek dinlemeye başladı. Ayata gördüğü kabusu anlattıkça, annesinin soluklaşmış yüzünden henüz kaybolmaya başlayan korku, hayretle birleşiyordu.
Bir şey saklarcasına "Sadece bir kabus işte. Benim zavallı oğlum gece boyunca ne kadar korktun kim bilir..." diyerek gözlerini kaçırdı.
Daha gün doğumunda Tiyan Şan Korganına gitmiş, Komutan Dokut Era'dan Astana topraklarındaki ruh anıtının çatladığını öğrenmişti. Yoksa kehanet doğru muydu, o korkunç savaş tekerrür mü edecekti? Umay da Tiyan Şan Korganının eski bir savaşçısıydı ancak oğlunu bütün bunlardan uzak tutmaya kararlıydı ki, dinlediği kabusun "Asya Kehaneti"nin işaretlerinden biri olduğunu anlaması geç olmadı... Sangal'ın elçisi olan Erk, bir gün kendisinin ve yoldaşlarının mührünü kırmanın yolunu bulduğunda, Bükrek'in elçisi olan Kayra ve yoldaşları da karanlığa karşı koymak için farklı bedenlerde yeniden doğacaklardı. Bu dirilişle beraber, kutsal savaşın küllerinden doğacağı nesilden nesile anlatılıyordu. Ayata'nın anlattığı kadarıyla kabusunda savaştığı kişi Erk'in ta kendisiydi. Yoksa savaştan, karanlıktan, ölümden uzak tutmaya çalıştığı oğlu, Kayra'nın ruhunu mu taşıyordu?
Ayata ceviz büyüklüğündeki kapkara gözleriyle annesini süzerken, Umay oğlunun meraklı simasını göz ardı ederek eline aldığı örgüyle meşgul olmaya başladı, bir süre sonra Ayata'nın eline toprak testiyi üşüştürüp kuyudan su çekmesini istedi. Oğlu dışarı çıkar çıkmaz, eski eşyalarını sakladığı çürük tahta döşemeyi kaldırıp bir daha asla kullanmamayı umduğu kılıcını yanına aldı ve meşeden yapılma ağarmış kulübe kapısını ağır ağır açtı, kılıcı harmanisinin içine saklayıp Ayata'ya "birinç kün" pazarına gideceğini söyledi ve hızlı adımlarla Tiyan Şan Korganına doğru yola koyuldu. Gittikçe düzensizleşen kalp atışlarının akabinde, durumun düşündüğü gibi olmaması için Göktanrı'ya yalvarıyor, göğüs kafesi normal dışı bir tempoyla şişip iniyordu. Oğluysa annesinin bu garip tavırları yüzünden endişelenip, gizlice peşinden gitmeye karar vermişti.
Umay çok tedirgindi, dokudukları halıları yol kenarlarında satan hatunların selamlarını duymuyor, demircilerin dövdüklerinden gelen çekiç sesleri bile dikkat kesilmiş gözlerindeki sabitliği bozmuyordu. Batık Ormanın en ücra yoluna vardıklarında Ayata daha fazla dayanamayıp annesine seslenmeye karar vermişti ki, gözlerine inanmak istemediği bir şey oldu... Bir karaltı saliseler içinde Umay'ın başını gövdesinden ayırmıştı! Ayata bir süre donuk bakışlarla ne olup bittiğini algılamaya çalıştı, zihni düşünce üretmeyi bırakmıştı sanki... İçi buz gibiydi, göz bebekleri titriyor, tırnaklarıyla avuç içlerini kanatıyordu.
Önce, gördüğü kabusun devam ettiğini düşünüp kendini defalarca yumrukladı ancak hala önünde aynı sahne vardı! Ciğerini boşaltırcasına dışarı verdiği nefesler şiddetini artırıyor, alnına dökülen kahvevari saçları asice uçuşuyordu. Girdiği ruhsal şokun etkisinden çıkmaya başlayınca, titreyen bacaklarının akabinde tüm vücudunun güçten düşmeye başladığını hissetti... Çıldırmıştı, ses tellerini parçalarcasına bir vaveyla koparırken dengesini kaybedip sağa sola savruldu. Annesinin cansız bedenini inkar eden bakışlarla bir kez daha süzdü. Her şeyin gerçek olduğunu kabullendiğinde, ayaklarının altından kayan toprağı tekmelercesine Umay'ın yanına koşmaya başladı!
Umay'ın o güzel yüzü çamura bulanmıştı, geceye çalan siyah saçları toprağın kahveliğinde parlıyordu... İki çizgiyi andıran ince dudaklarının arasından şakaklarına kadar süzülen kana baktı çocuk, Umay tebessüm edip 'Hiçbiri gerçek değil oğlum' diyebilseydi keşke. Ancak o merhametli dudaklar, bir daha konuşmamak üzere susturulmuştu...
O anda gözüne bir şey çarptı, annesinin harmanisinin altında gök mavisi bir ejder işlemeli kılıç kabzası kendini göstermek istercesine dışarı sarkmıştı, ağır hareketlerle kabzayı tutup kendine doğru çekti, çektikçe maviliğinin yerini kar beyazına bırakan kılıç, adeta Umay'ın kalbindeki saflığı tüm Asya'ya ilan ediyordu.
Ayata'nın göz aklarına damarlar yayılmış, yüreğindeki ateş bütün vücudunu sarmıştı, sanki bir an bütün organları çalışmayı bıraktı ve nefes alamayıp annesinin başının hemen yanına sırt üstü bir şekilde yığıldı. Göğü izliyordu, hayır hayır annesinin kılıcıyla göğün göğsünü deşiyordu, o masmavi gök şimdi kan çanağıydı... Ortalıkta karaltı da yoktu, Ayata'nın göz yaşları tenini süpürerek toprağa düşerken, göğe uzattığı kılıcın şahitliğinde, ağzından takati kalmamış bir tonla şu kelimeler döküldü:
"Kim olursa olsun... Ne kadar güçlü olursa olsun! Ne kadar zayıf olursam olayım... Sana bunu yapanı kendi kanında boğacağım!"
Devam edecek...
Öğrenelim
Yut: Eski Türklerde soğuktan kaynaklanan salgın hastalıklara verilen genel ad.
Birinç Kün: Haftanın ilk günü, o günde kurulan pazar için de kullanılıyor.
Korgan: Kale, hisar.Merhaba arkadaşlar, umarım bölümümüzü beğenmişsinizdir... Yorumlarınızı, önerilerinizi ve eleştirilerinizi bekliyoruz. Bir sonraki hafta 2.bölümle karşınızda olacağız.
Diğer bölümde buluşmak üzeree✨
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ayata: Dokuz Ulus
FantasyZamanın ötesine uzanan bir efsane... Türk mitinin iki demirbaşı Bükrek ile Sangal'ın savaşı Asya'daki dokuz ulusta yeniden hayat buluyor. Işığın ve karanlığın asırlık kavgasında; yoldaşlığa vurulmuş ihanetler, aşka yenik düşmüş sadakatler ve dostluğ...