Ayata'nın ölesiye dayak yemesinin üstünden yaklaşık iki saat geçmişti, Alaca su birikintisinden aldığı suyla onun yaralarını temizlemiş, kolundaki bıçak yarasının üstünü harmanisinden yırttığı kumaş parçasıyla sarmıştı.
Ayata ara sıra sayıklasa da hala kendine gelememişti, ağzından çıkan tek şey "İyiyim Alaca, korkma." olmuştu.
Alaca da onun kalkamayacağının farkındaydı ancak orada uzun süre durmaları çok tehlikeliydi, farklı bir devriye birliğine denk gelirlerse bu sefer bu kadar şanslı olmayabilirlerdi. Ayata'yı birkaç metre sürükleyebilmiş olsa da herhangi bir emçi (hekim) çadırına kadar götürmesi imkansızdı. Kendisi yardım istemeye gideceğinde, en azından çok yaklaşılmadığı sürece kimsenin onu görmemesi için üstünü yapraklarla kapladı.
Küçük kız pek bir umudu olmasa da yardım aramak için yola koyuldu. Sabah gelirken gördükleri patika yolda bir kağnıya (öküz veya atların çektiği yük aracı) denk gelirse belki onu emçiye götürebilmek için yardım isteyebilirdi. Ancak oraya gitmek için de sık ağaçların gölgesiyle adeta içi zifiri olan bir ormandan geçmesi gerekiyordu, Ayata yanındayken bile orada çok korkmuştu ki şimdi tek başınaydı. Yine de başka bir çaresi yoktu, mecburen oraya gitmeye karar verdi.
Ormana yaklaştıkça Alaca'nın nefes alışverişleri hızlanıyor, küçücük elleri kendi saçlarında gezinirken korkusunu görmezden gelmeye çalışıyordu. Nihayet ormanın girişine vardığında karşısındaki ağaçların adeta göz dağı veren heybeti sanki tüm ruhunu içine çekiyordu... Rüzgarın savuşturduğu koyu kahve dalların çatırtıları, sisin içinde parlayıp adeta binlerce gözü andıran ladin iğneleri, toprağa düşüp sararmış yaprakların iç ürperten ahenkli dansı, kurt uluyuşlarının kuş çığlıklarıyla tuttuğu ritim... Orman adeta bütünüyle tek bir canlı gibiydi ve sanki bir şey anlatmaya çalışıyordu. Tehlike çanlarını düşen yıldırımların topraktaki yankısıyla çalıyordu... Alaca, içindeki korkuya rağmen ormanın görkemiyle büyülenmiş, bir anda yüreğinden taşan heyecanın hazzıyla kollarını iki yana açmıştı. Canlılığı... Yaşamı dinliyordu. İşte! İşte tüm bunlar Göktanrının sanatıydı...
Alaca bir süre daha bu manzaranın tadını çıkarttıktan sonra daha cesur hissediyordu, ne olursa olsun bir emçi bulmalıydı. Ormanın girişindeki ilk ağaca üç kere vurdu ve yavaşça ilerlemeye başladı... Sis öylesine çoktu ki bir yandan sağ elini sürekli ileride tutup bir şeye çarpmamak için dikkatlice yürüyor, bir yandan da etraftan gelen hayvan seslerine dikkat kesiliyordu. Buraya daha yeni girmesine rağmen bilekleri ısırgan otlarının etkisiyle acımaya başlamıştı, ilerledikçe ağaçlar daha da sıklaşıyor, gece olmamasına rağmen orman karanlıklaşıyordu. Alaca yürümeyi bırakıp koşmaya başladı çünkü ormandan ne kadar etkilense de hayvan sesleri çok fazla gelmeye başlamıştı, hatta bazı sesler hiçbir hayvanın sesine benzemez olmuştu.
Doğru yönde gittiğinden bile emin değildi, sadece koşuyordu ve bir an sık ağaçlıkların arkasında boşluk olduğunu fark etti, "Sonunda!" diye bağırarak ağaçların arasından atladı. Ancak görmeyi dilediği manzarayla gördüğü manzara tamamen alakasızdı, ormandan çıkmış falan değildi, burası ormanın içindeki büyük bir boşluktu sadece... Tam ortasında büyük yaşlı bir ağaç vardı, bir çınar ağacıydı bu ve garip bir şekilde dallarında parıldayan bir şeyler vardı. Alaca sabah Ayata'yla geldikleri yolun ormanın kenarlarında olduğunu anladı çünkü onunlayken burayı görmemişlerdi. Geriye dönmeye çalışırsa da muhtemelen daha da çok kaybolacaktı. Şimdilik çınarın yanına yürüyüp en azından etrafını görebiliyorken dinlenmek istedi.
Ağaca yaklaştıkça gövdesinde büyük bir kovuğun olduğunu fark etti, ayrıca uzaktan parıldayan şeylerin dallara bağlanmış renk renk çaputlar olduğunu gördü. Toprakların koruyucusu olduğuna inanılan Yer-Su tinlerine (ruhlarına) kurban olarak bir çaput, bir tutam at kılı gibi şeyler verilirdi, bu şekilde insanlar kendi ruhlarına zarar gelmesini önlerlerdi. Alaca da nenesinden bunun gibi birçok geleneği öğrenmişti. Demek ki burası birçok insanın uğradığı bir yerdi, çünkü ağaçta sayısız çaput vardı. Alaca bir süre birilerinin gelmesini beklemenin mantıklı olabileceğini düşünerek çınara doğru yürümeye devam etti ancak o anda ormanın derinliklerinden gürültüleri birbirine karışan uğultular, kükreyişler, çığlığı andıran düzensiz sesler gelmeye başladı!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ayata: Dokuz Ulus
FantasyZamanın ötesine uzanan bir efsane... Türk mitinin iki demirbaşı Bükrek ile Sangal'ın savaşı Asya'daki dokuz ulusta yeniden hayat buluyor. Işığın ve karanlığın asırlık kavgasında; yoldaşlığa vurulmuş ihanetler, aşka yenik düşmüş sadakatler ve dostluğ...