(Alaca'nın Gözünden)
Aralanan göz kapaklarımın ardında, çehresindeki endişeyi irislerinde hissettiğim o çocuk... Bir yandan elinde tuttuğu kar beyazı kılıcın üzerinde parmaklarını gezdiriyor, bir yandan da kendi kendine mırıldanıp söylediği şeyleri onaylarcasına başını sallıyordu. Hatırladığım son şey annemin çığlıklarına sağır kalıp ölümden korkakça kaçışımdı. Şimdi... Şimdi hatırlıyorum da bu çocuk, insanların paçavra gibi oradan oraya savurduğu beni... Pislik içinde, değersiz, yabancı bir kızı korumak için ölesiye dayak yemişti. Bir de bir kız vardı, destanlardan kaçmışçasına duru bir güzelliği vardı. Taş çatlasın on beş, hadi on altı yaşında olsa da erkekleri üçe dörde katlayacak kadar kuvvetliydi, bizi de çadıra o getirmiş olmalıydı. Böyle bir kızın varlığı bana güçsüzlüğümü hatırlatıyordu, ben ki onurumla ölmeyi bile becerememiş bir kızım... Bu kadarım işte. Tüm bu düşünceler silsilesinde kendime olan nefretim perçinlenirken; o uyandığımı fark etmiş olacak ki birkaç adımla sesini duyabileceğim kadar yaklaştı ve
"O kadar uzun zamandır yatıyorsun ki, hiçbir şeyden olmasa açlıktan ölmenden korktuk." diye söylendi.
Elindeki yeşillikleri keçe bir çantanın içinden çıkarttığı yarım yufkayla sardı ve önüme koydu. Gerçekten de açtım, kaç gündür yemek yemediğimi hatırlamıyordum bile. Yine de kısacık hayatımda o kadar tatlı dille, o kadar şefkatli gözle karşılaşmıştım ki hepsi sonunda ya zehre ya da nefrete dönüştü, beni ölümden kurtarsa bile onun da bir çıkarının olup olmadığını bilemezdim. Değil vereceği yemeği yemeyi, tahta bardakla uzattığı suyu bile içmekten çekiniyordum ancak vücudum o kadar zayıf kalmıştı ki her an bilincimi yeniden kaybedebilirdim ve bu çok daha kötü olurdu.
Hızlıca bardağı elinden çektim ve bir iki saniyede içindeki suyu bitirdim, önüme koyulan yufkayıysa bir erkek çocuğu saldırganlığıyla yedim. Sonra gözlerimi yine o çocuğa çevirdim, nedense onda tanıdık bir şeyler vardı, bakışları güçlü olduğu kadar da buruktu. Önümden bardağı aldıktan sonra ekmek kırıntılarını avucunda toplayıp bir kağıt parçasının içine döktü ve "Çıkınca kuşlara veririz." diye mırıldandı. Ne zannediyordu ki, onunla gitmem mümkün değildi, gider yine sokakta yatardım ama bir daha kimseye güvenmezdim.
Kısık bir sesle de olsa "Beni beklemene gerek yok, seninle bir yere gelecek değilim." dedim.
Elinde buruşturduğu kağıdı cebine koyup bana baktı, sesindeki yorgunlukla "Bak... Bana güvenmediğini biliyorum ama boşa kaygılanıyorsun. Ben şehirli bile değilim, kimseye de çalışmıyorum, emin ol seni ölüme gönderenleri en az senin kadar bulmak istiyorum." dedi.
Kaburgalarını tutuyor, kemiklerindeki acı yüzüne vuruyordu, uzun uzun kendini açıklamaya takati yok gibiydi. Yine de kimseye acıyacak değildim, acınacak durumda biri varsa o da bendim,
"Ne yani dediklerine inanmamı mı bekliyorsun? diyip tekrar gözlerimi kapattım.
O da arkasındaki ayı postuna oturmuştu, çarpma sesinden anlamıştım.
Derin bir nefes çekti,"Bana inanmanı falan beklemiyorum, tek istediğim Çetin denen herifin seni götürmek istediği insanları, karanlığı bulmak..."
Karanlık... Gerçekten onların kim olduğu hakkında bir fikri yoktu,
"İnsan mı?" dedim.
Tekrar gözlerine baktım, verdiğim cevapla kafası iyice karışmış olacak ki gözlerini kısıp tüm dikkatiyle bana bakmaya başladı, onu aldırmadan sözlerime devam ettim:
"Niye arıyorsun onları? Sen de dirhem karşılığı anlaşma mı yapacaksın? Eh tabi durduk yere tanımadığın biri için neden canını tehlikeye atasın ki..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ayata: Dokuz Ulus
FantasyZamanın ötesine uzanan bir efsane... Türk mitinin iki demirbaşı Bükrek ile Sangal'ın savaşı Asya'daki dokuz ulusta yeniden hayat buluyor. Işığın ve karanlığın asırlık kavgasında; yoldaşlığa vurulmuş ihanetler, aşka yenik düşmüş sadakatler ve dostluğ...