(( Bu bölüm Neşat Başak'ın gözünden anlatılmaktadır ))
Çağla şuurunu kaybetti. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. İlk olarak karnına saplanan ufak odun parçasını çıkarmam gerekiyordu. Bu sırada Çağla kan kaybetmeye devam ediyordu. Parçayı söküp almak beni tereddüte düşürdü. Alınca yara açılacak ve muhtemelen kan kaybı daha da artacaktı. Etrafımdaki ağaçlar cayır cayır yanıyordu. Üzerimdeki T-shirtten bir parça yırttım. Çağlayı sırt üstü yavaşça çevirdim. Yüzü ter içindeydi. Etrafta yanan ağaçlar ateşini ikiye katlıyordu. Yanına çömeldim. Sağ elimle odun parçasını tuttum. Yavaşça çekmeye başladım. Canını yaktığım hissine kapıldım. Parçaya son bir kez asıldım ve hemen ardından sol elimde tuttuğum bez parçasını sağ alt karın boşluğuna bastırdım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Birden etraftan silah sesleri yükseldi. Bulunduğum açıklığın batısından geliyordu. Derinden bağırışmaları çatırdayarak yanan ağaçların arasından duyabiliyordum. Gitmemiz gerekiyordu. Sağ elimle kemerimi söktüm. Sol elim hala bezin üzerinde baskı yapıyordu. Kemeri bezin üzerine gelecek şekilde sıkıca Çağlaya sardım. Çabucak ayağa kalktım. Hemen arkamdaki iblisin cesedinin üzerinden koşarak açıklığın güneyine gittim ve yerden uzun ceketimi alıp giydim. Tekrar Çağlanın yanına döndüm. Yavaşça onu kucağıma aldım ve ayağa kalktım. Açıklığın doğusuna koşturdum. Tam ormana dalacaktım ki tam arkamdan, batıdan bir grup yabancı bana nişan alır vaziyette bana bakıyordu. Aralarından biri seslendi
- " Bir yere mi gidiyorsun? Neşat Başak?! "
Bu ses tanıdıkdı. Hiç cevap vermeden ormana daldım. Ardımdan ateş etmeye başladılar. Hemen sonrasında askerler peşimden koştular. 5 dakika ağaçların arasından koştuktan sonra bir dik yamaca varmıştım. Yamaç aşağıya iniyordu. Arkama baktım. Seslerini duyuyordum fakat onları göremiyordum. Kucağımda Çağlaya baktım. Uyanmamıştı, hala baygındı. Sağ alt karın boşluğuna bağladığım beze baktım. Kan adeta yuvarlak bir biçimde ortasına işlemişti. Böyle giderse ölecekti. Hiç tereddütsüz yamaçtan aşağıya koşturdum. Peşimdekiler sıra halinde yamacın yukarısına dizildi. Silahlarını yamaçtan aşağıya bakacak şekilde tuttular. Hemen ardından ateş etmeye başladılar. Aşağıdaki düzlüğe çok az mesafe kalmıştı. Mermiler koştuğum doğrultudaki ağaçları paramparça ediyordu. Tam görüş alanlarından çıkıp düzlüğe iniyordum ki sırtımın sağ üstüne bir mermi isabet etti. Acı içinde dişlerimi sıktım. Tökezledikden sonra tekrar doğuya doğru koşturmaya devam ettim. Az ilerideki kurumuş göl yatağına vardım. Göl yatağı geçilemeyecek kadar dik ve derin bir çukuru andırıyordu. Geriye döndüm. Beş adam karşımda dikilmiş bana nişan alıyordu. Ortadaki adam bir adım öne çıktı ve " Kızı yere bırak Neşat " dedi. Kaçamayacak bir durumdaydım. Başka çarem yoktu. Yavaşça yere eğildim ve Çağlayı bıraktım. Silahım iblisi öldürdüğüm açıklıkta kalmıştı. Kendimi savunabileceğim hiçbirşeyim yoktu. Zira sırtımdaki kurşun canımı çok yakıyordu. Gruptan iki adam ayrılıp yanıma geldi. Başıma bir darbe vurup beni bayılttılar...
* 5 saat sonra *
Gözlerimi tam açamıyordum. Kendimde değildim. İki asker kollarıma girmiş beni sürüklüyordu. Kafamı biraz kaldırdım. Önde bir sedye ilerliyordu. Üzerinde kimin olduğunu seçemedim. Tekrar baygın düştüm. Gözlerimi tekrar açtığımda kendimk ufak bir odanın ortasında bulunan metal bir sandelyede oturur vaziyette buldum. Ellerim arkadan bağlanmıştı. Arkaya gerilen kollarım yarama baskı yapıyordu. Bu canımı çok yakıyordu. Etrafa bakındım. Karşımda bir hücre kapısı duruyordu. Ufak bir penceresi ve pencereyi kapatan ufak bir ızgarası vardı. Bir süre daha bekledikden sonra kapı açıldı. İçeriye yabancı bir adam girdi. Girer girmez kapı ardından kapatıldı. Adam tam karşımda dikiliyordu. Başımı dalga geçercesine yere eğdim. Adam bana;
- " Neşat Başak... Seni konuşturmak büyük bir zevk olacak ".
Bu cümlelerden sonra sırıtmaya başladım. Başlar başlamaz yüzüme bir sağdan, birde soldan iki sert yumruk indirdi ve bana bir soru sordu;
- " Evet Başak! Şimdi gelelim sorularımıza! Tavuk mu yumurtadan çıkar? Yoksa yumurta mı tavuktan? "
Gerçek bir soru beklemiştim. Aval aval adamın yüzüne baktıktan birkaç saniye sonra sol eliyle beni saçlarımdan tuttu ve sağ yumruğunu olduğu gibi sol elmacık kemiğime geçirdi. Birden yıldızlar görmeye başladım. Sanki sol gözümün hemen dibinde flaş patlatmışlardı. Uzun yıllar sonra ilk kez böylesine parlak bir ışık görmüştüm. Kendimi toparladıkdan sonra adam kafasını yüzüme eğdi.
- " Diğerleri nerede! "
- " Diğerleri mi? Dalga geçiyor olmalısın " dedim.
Ardından iki yumruk da göğsüme attı. Nefesim bir an için kesildi. Adam arkama geçip tam yaramın üzerine sert bir yumruk daha attı. Acı içinde sandalye ile birlikte öne doğru düştüm. Adam yanıma eğildi. Saçlarımı yakaladı ve beni yukarıya doğru çekti. Sandalye ile birlikte yukarı kalktım. Saçlarım neredeyse kopacaktı ki kapı açıldı ve içeriye biri girdi. Göz ucuyla giren adama baktım. Feyzullah Büyük. Lanet olası. Eski bir dostun hainliği beni hayal kırıklığına uğrattı. Adamın yanına gelerek kulağına bişeyler fısıldadı. Adam çabucak dışarıya fırladı. Feyzullah da tam çıkıyordu ki geriye, bana baktı;- " Düşman safında olmanı bende istemezdim eski dostum " dedi.
- " O nasıl? "
- " Çağla mı? O iyi. Düşünmen gereken kişi kendin olmalısın." dedi.
Neden böyle söylemişti bilmiyordum. 15 dakika sonra içeriye iki asker girdi ve beni çözüp odadan çıkardılar. Karanlık bir koridordan sürükleyip beni geniş bir alana sahip olan bir mağaraya çıkardılar. Burası adeta bir yeraltı şehriydi. Basamaklardan aşağıya, meydana iniliyordu. Duvarlarda delikler vardı. Tüm insanlar bize bakıyordu. Askerler beni yavaşça meydana sürükledi. Meydanda, tam ortada bir tahta direk vardı. Beni direğe bağladılar. Kollarımı da yukarıya gerdiler. Tüm halk çıldırmış bir vaziyette bana küfrediyordu. Bir el silah sesiyle herkes sustu. Geldiğimiz basamaklardan aşağıya bir grup iniyordu. En önde Feyzullah, arkasında ise sarışın uzun boylu, siyah üniformalı bir adam ve onu takiben ikisi kız biri erkek olmak üzre üç ajan geliyordu. Kendi kendime " HAİN!... " dedim. Grup tam karşıma geldi ve dikdörtgen şeklindeki meydana yayıldılar. Kalabalığın içinden siyah üniformalı, gaz maskeli askerler ve yüzlerinde paçavra olan krem rengi elbiseler giyen teröriste benzeyen adamlar geldi. Dikdörtgen alanı saracak şekilde dizildiler. Öfkeli kalabalıktan tekrar bir uğultu yükseldi. Feyzullah yavaşça karşıma geçti ve belinden tabancasını çıkardı. Dikkatlica ona baktın ve " Sen bi hainsin! " dedim. Kahkaha atmaya başladı ve beraberinde gelen gruba seslendi " BAŞKAN WESKER! ". Sarışın siyah üniformalı adam yanına geldi. Yıllardır izini sürdüğüm ama bir türlü bulamadığım adam tam karşımdaydı. Feyzullah silahı ona doğrulttu. Başkan Wesker şüpheki bakışlarla ona baktı. Feyzullah çevik bir hareketle silahın kabzasını ona çevirdi. Başkan Wesker gülümsedi ve silahı aldı " Bu sıçanı öldürmek bir zevk olacak " dedi. Silahı ağzımın içine soktu. Silahın horozunu çekti. Kalabalıktan sesler ardı ardına yükseldiÖLDÜR!!! ÖLDÜR!!! ÖLDÜR!!!
* Wesker tetiği çeker...*
BAAAAAAANG
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölüm ve Ötesi : 2043 (#Wattys2015)
Science FictionSoru ve Cevaplarınız için ask.fm/RafetcanSaat m.facebook.com/rafetcansaat Kitapta geçen olaylar, kurumlar, askeri birlikler vb şeyler tamamen hayal ürünüdür. Herşey bittikten 25 yıl sonra... Dünya küresel ısınmanın, açlığın, dehşetin, kıyametin ve t...