Saatler günlere, günler haftalara evrilmişti. Karda yürüyüp izini belli etmeyen karanlık güç tarafından evlatlarıma doğrulmuş namlunun ucunda sağ kalmaya çalışmak, takatimin sınırlarını sonuna kadar zorlamıştı. Dün gece Nevil Hanım'ı yoğurt yaparken izlemem ise ortada had hudut bırakmamıştı. Kafamdaki teorilere rahatsız edici bir yenisi daha eklenmişti. Bir kaşıkçık yoğurttan bir tencere yoğurt elde etmek, elde ettiğin yoğurdu da başka bir zamanda başka bir yoğurda dönüştürmek... Kulağa mucizevi, sonsuz bir döngü gibi geliyor, öyle değil mi?
Mucizeler tuhaftır. Hem hayran bırakan bir güzellik hem de dehşet veren bir bilinmezlik taşır. Yeni doğmuş bebeği ilk kez kucağa almanın tereddütü gibidir. Bir yandan süt kokulu iksirini bağrına dökmek istemek, öte yandan doğmasıyla doğurduğu umudu günün birinde yitirme korkusuyla arkana bakmadan kaçıp gitmek istemek gibidir. Gülerken ağlamak, korkarken cesur hissetmek, muktedirliğin zirvesinden acze düşmek gibidir. O yoğurdun çoğalışını seyretmek, işte tam olarak bu garip ve tezat hissiyatların yarattığı kargaşaya sürüklemişti zihnimi. Ne hissetmem gerektiğini kestirmem, mümkün değilmiş gibi hissettirmişti.
Fâni imalatı yoğurt bile mucizenin bir türeviyken Yaratıcı'ya kafa tutacak kudreti kendinde gören iblis, niçin onun başka bir yorumu olmasındı ki? Kaşık kadar yoğurt bile hayata tutunmak için dönüşmenin bir yolunu bulabiliyorsa, kötülükteki cüretkârlığı tescilli iblis nasıl bulamazdı? Baş ağrısı formuyla evlatlarımın canını yakabiliyorsa, başka şekillere de giremez miydi yani? "Ben seni hiç tanıyamamışım" dedirtecek bir hayal kırıklığı tattıramaz mıydı evlatlarıma? Yapabilirdi çünkü onursuz olduğu kadar akıllıydı da. Hem yalnızlık hissi, baş ağrısı hissinden sancılıydı. Çünkü evlat bedenindeki en keskin sızı, yürekte belirendi. Formu değişiyor, nüfuz edeceği konak değişiyor, planları değişiyordu. Benden hep bir adım öndeki gölgemi avlamaya çalışmak gidiydi onunla kovalamaca oynamak. Galibi belli bir oyunda gülünç yere aşık atmak gibiydi. Evlatlarımın akla ziyan şeyler yaşadıklarında şeytanın aklına gelmez sanması gibiydi. Özetle saçmalığın daniskası gibiydi...
Karaca oğlan, piyano tuşları gibi ince-uzun parmaklarını yumuşak vuruşlarla piyanosunda gezdirirken telefonu çaldı. Ekrana baktı ancak arayan, sesini duymak istemediği biri olmalıydı ki oralı bile olmadı. Telefon sustuğu gibi yeniden çalmaya başlayınca Karaca oğlanın gözlerinde, parmaklarının altındaki siyah tuşları andıran gölgeler gezinmeye başladı. Karanlık dürtüye teslim oldu; ufak bir dokunuşla telefonun sesini dışarı verdikten sonra onu, müzik alfabesiyle yazılmış kâğıtları koyduğu bölmenin sağ tarafına bıraktı. Tuşlarla oynaşmaya kaldığı yerden devam ederken, "Efendim anne?" dedi boğuk bir sesle.
Karşıdan gelen ince ve keskin ses, "Oğlum, neredesin sen Allah aşkına?Yüreğimize mi indirmeye çalışıyorsun? Telefonlarımızı da açmıyorsun. Babanla gözümüze uyku girmedi günlerdir" diye yakındı sıkıntılı bir telaş içinde.
"Sattım telefonumu, daha dün alabildim yenisini" diye yalan söyledi, yuvasına taşındığından beri aynı telefonu kullanan Karaca oğlan.
"Ne demek sattım! Harçlığını mı kestik ki telefonunu satıyorsun. Arabanı da bırakmışsın zaten. Nereye gittin, nerede kalıyorsun? Niye üzüyorsun bizi böyle oğlum!" derken karşıdan gelen ses daha bir tizleşmiş, ağlamsı bir hâl almaya başlamıştı.
"O adamın hiçbir şeyini istemiyorum! Bu kapıdan çıkarsan bir daha geri dönemezsin, demedi mi? Altın tepside sunduğu imkânları da bıraktım ben o evden ayrılırken."
"Alınganlık yapıyorsun. Babanın da alınmış olabileceğini unutuyorsun. Bir anlık öfkeyle söyledi onu, sen de biliyorsun."
"Neyse ne! Ben iyiyim anne, duydun sesimi işte. Benim için endişelenmene gerek yok."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EBRULİ LANETLER
Fantasia"Adım kadar ebruli bir rüya gibiydi hayat denen sahnede bendenize ayrılan yer. Evlatların kimi önümden öylece geçip gitti, kimi seyirci koltuklarını kâh doldurup kâh boşaltmakla yetindi. Kimi ise sahneme çıkıp oyundan bir renk, bir perde olmayı seçt...