"KABUL GÜNÜ"

32 7 16
                                    


"Aslında gündüzü karartan gece değil, bir lokomotif öksürüğüydü."

Acı verdiği halde bırakılmayan alışkanlıklar vardır ve yaşam, bunların en çok bağımlılık yapan türüdür. Mevzu bahis benim hayatım olunca söze böyle başlamak hiçte abes olmasa gerek. İçinde bulunduğum duruma bakılırsa cenazeme, derisini pirelerin parsellediği köpeklerden başka kimse katılmayacak. Öldüğümü yumuşak etli teyzeler yerine belediye işçileri fark edecek. Verimli ve bereketli bir toprağa defnedilmek yerine hurdalıklara gömüleceğim. Zira son birkaç yıldır, şu divane ömrüm sokaklarda tükeniyor.

O tüm huzuru ve mutluluğu alıp giden kasım ayından sonra kendimi bank köşelerinde sabahlarken buldum ve baş aşağı duran yarasalarınki kadar tedirgin uykulara daldım. Zaman hayatımı gasp eden bir suçlu gibi her şeyimi alarak uzaklaştı. Kıyafetlerim yıprandı, cildim kuruyup nasır bağladı, kirlendim, kokmaya başladım. Sakallarıma gömülü olan çenemi görmeyeli uzun zaman oldu. Şimdilerde tıpkı sakin kasabaların topraklı yollarında çürümeye bırakılmış hurda araçlar gibiyim.

Oysa kendini mutluluğa adamış bir adam olarak yaşamak isterdim, en olmadı kalorilere bağlılık yemini etmiş sağlıksız bir obez gibi ama karnı tıka basa dolu. Böylece sonum şahsiyetsiz ama yine de kabul edilebilir bir gerekçeye dayanırdı. Hayatıma son veren kolesterol falan olurdu. En kötü diyet adı altında kendini yiyerek can veren, iki yüz kiloluk bir adam olarak defnedilirdim. Kısacası en kötü ihtimal dahi şuan ki durumumdan iyi olurdu.

Çoğu zaman aklıma bu bedbaht hayatı bırakıp her şeye en başından başlamak geliyor. Ben de herkes gibi düşük fiyat bir işte çalışıp evlenmek ve ömre zulüm nice afacanlar dünyaya getirmek istiyorum fakat şu sersem aklım yüzünden düzenli hiçbir şeye tutunamıyorum.

Aklımı ele geçiren bir sürü delilik alameti nedeniyle her türlü işten ötelendim. Lakin yine de yılmadım ve şehrin en ağır işlerini tahayyül edilemeyen fiyatlara yapmaya razı geldim. Örneğin hamallık yaptım. Bir apartman dairesinin yegâne gıdası olan pahalı eşyaları, başka bir apartmanın metrelerce yukarıdaki midesine taşıdım. Tüm bu zahmete karşılık aldığım para, şehrin orta sınıf bir restoranında doygunluk hissi yaşatacak türden bir akşam yemeğine tekabül ediyordu.

Bir süre sonra vücudum bu durumu taşımaz oldu, öyle ki iş kelimesini duyduğum an midem bulanmaya başlıyordu. Böylece yağmurlu bir hafta sonu bedenime ait tüm olumlu duygular kapımı çaldı ve bana son kullanma tarihlerinin tükendiğini söylediler. Ben de olduğum yere tüm histerik dürtülerimi, hayatı yaşanır kılan düşüncelerimi kustum ve kendimi sokaklara attım. Kendimi tek huzurlu hissedebildiğim eylem biçimi başıboş dolaşmak olmuştu.

Tenim bayat bir konserveye dönmüş, sakallarım çıldırırcasına uzamaya başlamıştı. Artık birçokları için bir deliydim. Ardım sıra peşime düşecek ne sıkı bir ahbabım ne de eli vicdanında bir yakınım mevcuttu. Her biri asırlar önce, yuva kurma telaşıyla ayrı şehirlere dağılmış ve yalnızlık denilen kavram onlardan bana kalan ortak miras olmuştu.

Gelgelelim hayat her daim karın ağrısı değildir, kimi zaman insana anaç duygularla yaklaştığı da oluyor. Bugüne kadar kötüye dair ne varsa yüklenip kapıma getiren kader kavramı, günün birinde bu durumdan sıkılmış olsa gerek ki ilk defa aksini yaptı.

Yağmurlu bir kış günüydü. Bacalarından zehir fışkıran bir fabrika çöplüğünden ıslak karton parçalarını aşırmakla meşguldüm. Derken kuytulukta kımıldayan alev rengi bir kâğıt dikkatimi çekti. İlk başta küçük çaplı bir ateşin sermayem olan kartonları benden aldığını düşünerek endişelensem de kısa süre içinde bunun kâğıdın kendi rengi olduğunu anladım ve kaygım yerini tuhaf bir huzura bıraktı. Eksi yirmiye yaklaşan bu dondurucu kış gününde bir mum alevi gibi tatlı tatlı salınan bu ağaç artığı, sanki sıkıştığı yerden kurtulup rüzgâra karışma çabasındaydı. Onun bu kararlı ama çaresiz halini nedense kendime benzetmiştim.

HAYALET TRENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin