Yaz yaklaştıkça, ne kadar erken saatte güne başlarsa başlasın güneşi yakalayabiliyordu Jungkook. Evi kuzey yönüne bakıyordu belki ama yine de aydınlıktı, önceki haftalara göre. Sırf bu yüzden yaz sabahlarını seviyordu. Annesinin hayatta olduğu vakitler geliyordu aklına. Mutfaktan gelen balık kokuları, kasabanın günün ilk saatlerinde rapor vermeye başlayan megafonu, babasının avludaki ayak sesleri... Fakat bu defa başka aklına şeyler de düştü. Sabahları onun evi loş olurdu, peki ya Taehyung'un? Gün batımı o kadar güzel gözüküyorsa gün doğumu nasıldır, diye geçirdi içinden. Bir gün, erken saatlerde bulunabilir miydi o evde? Gözlerini etrafta gezdirdi. Taehyung'un duvarları boştu, beyazdı. Duvar kâğıdı ile kaplı ve çivi izleriyle, çerçevelerle dolu duvarları ile alakası yoktu hiç. Taehyung'un evinin yanında burası tam bir kaostu.
Yattığı yerden doğruldu, komodinin üzerindeki sudan birkaç yudum aldı. Sonra gözüne, dün kenara bıraktığı zarf ilişti. Dolabının kenarında gördüğünde açıp bakmıştı fakat dünün yoğunluğundan bir türlü inceleyememişti. Fotoğrafı eline aldı, oturduğu yerde tekrar duvara yaslandı. Önce kendisine baktı, perişan gözüküyordu. Saçları dağılmış, gözlerinin altına torbalar binmişti. Kirli ve inanılmaz yorgun gözüküyordu ve buna rağmen gülmeye cüret edip bu tarumar olmuş haline daha bir mecalsizlik eklemişti. Ama Kim Taehyung hiç de öyle değildi. Sanki az önce hazırlanıp gelmiş gibiydi. Grand tuvalet, bakışları keskin ve duruşu dik. Her zamanki Taehyung'tu yani, kusursuz. İnsanların hakkında başka şeyler düşünmesine asla izin vermez, buna yeltenmelerini bile tenezzül ettirmezdi.
Düşündükçe düşünüyor, başını duvarlara vurmak istiyordu. Zihninden geçenlere akıl sır erdiremiyordu. Fotoğrafı bıraktığı gibi ellerini yüzüne kapattı, kendini yüz üstü yatağa bıraktı. Ama gözlerini kapatmak bir işe yaramamış, aksine her şey tekrar gözleri önüne serilmişti. O koltukta dimdik oturan ama bakışları bir nehir serinliğinde, içini kıpırdatan Kim Taehyung'un anlattığı şeyleri düşündü. Anlattığı şeyleri değil de anlatış şeklini atamadı aklından. Sesini, mimiklerini, ara sıra küçük de olsa kıvrılan dudaklarını, kısa anlarda kurduğu göz temaslarını. Uyanmıştı belki ama ayılamamıştı. Soğuk bir su ile duş almalı, tüm bu karmaşadan kurtarmalıydı kendini.
Öğle arasından sonraki derste, Jungkook sabahki düşüncelerinden çoktan arınmıştı. İşine, dersine odaklanmıştı. Bunda henüz Kim Taehyung ile karşılaşmamasının etkisi de büyüktü.
"Samil Undong hareketini anlatmak isteyen var mı?" Kitabını eline alıp öğretmen masasına yaslandığında yönelttiği soru sonrası öğrencilerin bazıları kitabını karıştırmaya, bazıları ellerini kaldırmaya bazıları da görünmez rolü yapmaya başladı. Jungkook'un gözüne her zaman derse katılmayan öğrencilerden birisi takıldı.
"Park Jimin, söyle lütfen."
"Samil Undong, yani 1 Mart Bağımsızlık Hareketi, 1919 yılında gerçekleşmiş. Japon sömürge yönetimine yapılan direniş ruhunu temsil eder." Jungkook cevaptan tatmin olmuştu, sözü ele aldı.
"Doğru, teşekkür ederim. Bu hareket sonrası edebiyatçılar ve aydın kesim Japonların dergi ve gazete sansürlerini eleştirmiş, sonucunda da Kore ulusal kültürünün tekrar hareketlenmesine ve güçlenmesine ön ayak olmuştur. Kültür sömürgeciliğinin karşısında dimdik durarak kendi gelenek ve kültürümüz için Japonya'ya karşı durmuşlar. Peki, bir soru: Yazarlar bu sosyal konulara neden değinmiştir? Tam da Batılı eserler vermeye başlamışken, edebiyatta yeni bir döneme girmişken niye başka bir yöne sapmışlardır?" Öğrenciler kendi aralarında bakışır ve konuşurken Jungkook elindeki kitabı masaya koyup sıralar arasında gezinmeye başladı.
"Kayıtsız kalamadıkları için, Jungkooknim."
"Edebiyat tarihinde yalnızca bireysel konuları işleyen yazarlar da mevcut ama?" Öğrencisinin yorumu üzerine istediği tartışma gerçekleşmeye başlamıştı. Sınıfın düşünmesini, kafa yormasını istiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
we started the fire
Fanfiction(and we'll end in flames) colleagues to lovers, misunderstandings, 90's love, highschool teachers @absimisa ile @diamiyamizu ortak hikayesidir