14. BÖLÜM
"SAVAŞIN KÜLLERİ"liv ash - never surrender.
mountains vs. machines - new world.
ಇ
7 AĞUSTOS 1945
JAPONYA • HİROŞİMA.
JUNGKOOK VE JISOO.Ardı arkası kesilmeyen felaket zincirleri gözlerimin önünden adeta film şeridi gibi geçip giderken parçası olduğum her bir olay, boğazıma yeni bir yumru ekliyordu. Yutkunmanın her geçen saniye benim için giderek zorlaştığı zaman diliminde olduğum yetmiyormuş gibi, beynimin içinde dönüp dolaşan düşüncelerin sesini bir türlü susturamıyordum.
Zaman kavramını çoktan yitirmiştim. Yaşanılan ve yaşanmaya da devam edilen onca kötü şeyin ardından hangi günde olduğumuzu bile karıştıracak duruma gelmiş, her defasında mıknatıs misali çektiğim felaketler yılları devirmiş olabileceğimize dair duyduğum inancı tazelemişti.
Aklım dağınıktı, bedenimin ise ondan pek bir farkı yoktu. Solduğumu hissediyor, adımlarımı atacak kuvveti kendimde bulamayacak kadar zayıf görünüyordum. Hiç şüphesiz birinin feda edilmesi gerekse listenin başını, kendine dahi faydası olmayan ben çekerdim. Bundan adımın Jungkook olduğu kadar emindim.
Savaşta her zaman masumların zarar gördüğü, güçlülerin ise zayıfları kullanarak bir şekilde hayatta kaldıkları herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Ancak kimse kolay kolay dile getirmeye cesaret edemiyordu. Belki de bu durumla alakalı kimsenin konuşmaya dahi tenezzül etmemesinin sebebi, yıllardır alışmak zorunda bırakıldığımız düzenin değişmeyeceğine inanmalarıydı.
Etrafta hayatta kalanları kurtarıp güvenli bir bölgede buluşturmak adına görevlendirilen herhangi bir Japon askeriyle karşılaşmamıştım. İnsanları kullandıkları yetmiyormuş gibi hayatta kalmak için uğraşan gerçek savaşçıları, kaderleriyle öylece baş başa bırakmak zalimliğin son noktası olmalıydı.
Kulaklarını tıkamışlar, çığlıklarımıza sağır olmuşlardı. Her birinin gözlerini sanki sonsuz bir karanlık bürümüştü. Üç maymunu oynamaktan zevk alıyorlardı.
Adımımı her attığımda karşımda beliren Nebula askerleri, hakkımızda herhangi bir iyi düşünceye sahip olmasalar bile en azından önemsendiğimizi hissettiriyorlardı. Sanki kokumuzu alıyor, izimizi sürüyorlardı. Her defasında kendileriyle burun buruna gelmemizin başka bir açıklaması olamazdı.
Ayağıma takılan dal parçası tökezlememe neden olduğunda kafamdaki seslerin, desibelini artırmakta son derece ısrarcı olan düşüncelerimi bir müddet özgür bırakmış, yere kapaklanmadan hemen önce avuç içimi yanından geçtiğim ağacın gövdesine bastırmayı akıl edebilmiştim.
Tökezlediğim sırada refleks olarak belime dolanan elleri fark ettiğimde dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım. Jisoo, ayakta zar zor durmak konusunda benimle yarışacak kapasitede olmasına rağmen bana yardım etmeyi tercih etmişti.
Dakikalar, belki de saatler öncesinde yaptığımız gevezeliğin ardından onun hakkındaki ilk çıkarımım; başkalarından daha çok kendini düşündüğü olmuştu. Ondan su bile istememem gerektiğini aklıma altın ve büyük harflerle kazımış olmama rağmen yargısız infaz yapmamam gerektiğini, tek kelime dahi etmeden yüzüme tokat misali çarpmakta gecikmemişti. Beni şaşırtmakta üstüne yoktu.
"İyilik yapmayı inatla reddeden biri için bu, fazlasıyla tutarsız bir hareket oldu. Dile getirdiklerin ile eylemlerin her zaman böyle uyuşmaz mı?" Belime yerleştirdiği elini kanıtı ortadan yok etmek ister gibi hızla çektiğinde omzundaki yayı düzeltti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
stains on the mirror ಇ liskook, taennie
Fanfictionİkinci Dünya Savaşı, yedi kıtayı birbirine katarken insanlığı yerle yeksan etmeyi kendine görev edinen bir örgüt, sergilediği insanlık dışı eylemlerle savaşı gölgesinde bırakmayı başarır. İlkelerinin başını insan ırkını ikiye bölerek dünyaya hükmetm...