20

140 32 192
                                    

İrlanda, İlkbahar, 1916

Tavandan damlayan suyun sesi Erwin'i uyandırdı. Saatin kaç olduğunu hatta hangi günde olduklarını bile bilmiyordu. Hapishane hücresinde dışarıyı gösteren bir şey olmadığı için bu gayet normaldi.

Hücresi küçük ve karanlıktı. Küf ve biraz da kan kokuyordu ama en azından kendine ait bir hücresi vardı. Şiltesine kafasını her yasladığında daha kötü olabilirdi diye kendine teselli veriyordu. Yan hücredeki her gün hücre arkadaşı yüzünden çığlıklar atan adam yerinde olabilirdi.

Buraya geldiği ilk gün korkunçtu. Soğuk suyu delici bir tazzikle fışkırtan su hortumuyla yıkanırken dizleri üstüne çökmüştü. Göğsünü daraltan duyguların yoğunluğu her geçen saniye daha da artıyordu.

Utanç, hayal kırıklığı.

Hayal kırıklığına uğramıştı, evet. Ordusu askerlerini yarı yolda bırakmanın hayal kırıklığının yanı sıra kendini hayal kırıklığına uğratmıştı.

Kendinden utanıyordu. Ne olursa olsun, hayalini gerçekleştirmek için ne pahasına olursa olsun ilerlemeye her zaman körü körüne inanmıştı. Ama o gün parmağı tetiği çekerken artık rüyasına giden yolu net göremiyordu; görüşü kendinden şüphe duymakla bulanmıştı.

Erwin bir asi değildi, siyasi liderse hiç değildi, bunu biliyordu. Şimdiye kadar yaptığı tek ihanet kendine ve duygularına yönelikti. Yapmadığı bir şey için suçlanmıştı ve Erwin masumdu. Ancak diğer konularda o kadar masum değildi…

Can almıştı. Binlerce. Kendi elleriyle değilse bile başkalarının aracılığıyla. Sadece düşmanları değil, kendi halkından da insanlar vardı canını aldığı kişiler arasında. Askerlerini birden çok kez ölüme götürmüştü ve şimdi başkalarının işlerine karışmış, adamlarını kendi elleriyle öldürmüştü.

Keşke Pixis'i dinleseydim...

"İngiliz ordusu hiçbir zaman siyasete karışmadı." demişti ona.

Dinlemeliydim.

Londra'da kalıp kendi işime bakmalıydım.

Levi ile Fransa'ya gitmeli son günlerini  çürüyen eski hücrenin yalnızlığında değil, yataklarının sıcaklığında geçirmeliydi.

Geceler geçtikçe Erwin belki de burada olmayı hak ettiğini düşünmeye başlamıştı. Belki de babasının Tanrısı onu yolundan saptığı için böyle cezalandırmıştı. Ama Erwin O'na hiçbir zaman inanmamıştı, öyleyse Tanrı hatalarından ders çıkarıp daha iyi bir adam olması için neden ona inansındı ki? Tanrı bağışlayıcıydı. Erwin değildi. Ne babasını elinden aldığı için O'nu ne de cezayı veren insanları asla affetmeyecekti.

Ve Erwin artık kendi cümlesiyle karşı karşıya kalmıştı.

O gün İrlanda'da genç bir subayın emirlerine karşı çıkması talihsiz bir durumdu. Erwin onu net bir şekilde hatırlıyordu: mavi gözleri bir zamanlar Erwin'inkilerin olduğu kadar parlak ve umutluydu. Silahını İngiliz ordusuyla İrlandalı isyancılar arasında duran kendi Komutanına doğru kaldırırken genç adamın delici bakışlarını, titreyen ellerini hatırlıyordu Erwin subaylarına ateşlerini kesmelerini emretmişti. Ancak genç adamın bu hareketi onu kendi emrinden döndürmüştü.

İngiliz subaylarının yüzlerce kadın ve erkeğe ateş açması an meselesiydi.

Daha fazla insanı kurtarmak için.

Erwin tetiği çekerken bu sözleri düşünmüştü. İlk asker düştükten sonra diğer adamları vurmak o kadar zor değildi. Alman cephesinde ihtiyacı olan İrlandalı gönüllüleri almak için bir avuç askeri öldürmesi gerekiyorsa bunu rahatlıkla yapabilirdi.

1918 •Eruri•Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin