Uyandığımda malikanedeydim, akşamdan kalmışım gibi başımda hafif bir ağrı vardı. Gözlerimi gün ışığına doğru kısıp yataktan kalktım. Üzerimde en son hatırladığım kıyafetlerim vardı. Ama en son olduğumu hatırladığım yerde değildim. Ahşap atölyesinde uyuyakalmış olmalıydım ve buraya kadar beni taşımış ve yatağıma yatırmış olmalıydı.
Duş alabilmek için banyoya doğru yola koyuldum. Koridordaki devasa köstekli saat sabahın 7'sini gösteriyordu. Biyolojik saatim dünya üzerindeki en sert şaraba rağmen alarm kadar dakikti. Makyajımı suyun altında çıkarıp kaslarımın gevşemesi için her zamankinden daha uzun durdum. Havluya sarınıp yeniden odama döndüğümde malikanede çıt bile çıkmıyordu. Pencereden dışarıya baktığımda sisli bir manzara beni selamladı. Sidra burada mıydı yoksa yine günün ilk ışıkları ile kayıp mı olmuştu?
Üzerimi giyindim, saçlarımı kuruttum, krem sürmek için makyaj masasına oturduğumda beklenmedik bir şeyle karşılaştım. Masanın üzerinde üç adet hap duruyordu, biri kansızlık için diğer demir eksikliği için ve diğeri de muhtemelen akşamdan kalmalığım için. Ama daha da önemlisi haplar bir aynanın üzerinde peçetede duruyordu. Onları kenara alıp yeni favori aynamı parmaklarımın arasına aldım. Oval biçimdeydi, aşağı doğru uzanan bir sapı vardı. Arkasını çevirdiğimde özenle işlenmiş desenleri fark ettim. Parmaklarım ahşap oymaları takip etti. Ortada asimetrik bir kalp vardı, etrafından ağaç dalları oval aynanın sırtında her yeri dolaşıyordu. Alt kısmında tertemiz bir el yazısı ile imzalanmıştı.
"Cana sahip olan."
Cana sahip olan, cana varan. Yani canavar. Kelimenin kökeni... Hem de benim dilimde...
Kusursuz bir şekilde cilalamıştı.
Ve bütün gece bunu bitirmek için uğraşmıştı...
Bu durumdan keyif almam gerekiyordu ama ben sadece gidişimi düşünüyordum.
Söylediğim gibi, o piyano gibi; o da bana ait değildi.
Aynayı çekmeceye sakladım. Bir vedaymış gibi hissettiriyordu.
Rutinlerime geri döndüm. Yaban mersinli nemlendiriciyi dudaklarımda gezdirirken aklım o geceye gitse de rutinlerime geri döndüm. Tek bir randevu istemiştim, o da bana bunu vermişti. Daha fazlası yoktu. Yüzüme nemlendirici sürerken yapmam gereken işleri aklımda teker teker sıralıyordum. Öpücük sadece randevunun bir parçasıydı. Maillerime bakmam gerekiyordu. Reyna'yı kontrol etmem gerekiyordu. İşlerimi toparlamam ve herkesle vedalaşmaya başlamam gerekiyordu. Bavulumu hazırlamam gerekiyordu.
Hapları yuttum ve kendime koca bir bardak meyve suyu aldım. Ofisimde bilgisayarımı açıp maillerimi kontrol etmeye başladım. Gelecek hafta kütüphanenin kuruluş yıldönümü vardı. Son ana kadar ne organize edeceğimi bilememiştim ama birden aklım bir fikir çağırdı. Artık ne yapacağımı biliyordum ve bu ne zaman gideceğimi de kafamda kesinleştirdi.
Bir parti olmayacaktı.
Bir kokteyl olmayacaktı.
Bir balo olacaktı.
Ve ben o gece buradan ayrılacaktım.
"Luzia, merhaba. Müsait misin?"
Gözlerimi silip nefes aldım ve kapı aralığından başını uzatan Mera'yı başımla onayladım. "İçeri gelebilirsin."
Elindeki tabletle birlikte karşıma oturdu.
"Mera," dedim o konuşmaya başlamadan önce. "Bir süredir kendimi pek iyi hissetmediğim ortada... Buna hakkım yoktu ama yine de sana kaba davrandığım anlar için çok üzgünüm. Hiçbiri senin hatan değildi, seninle ilgili de değildi. Çalışmalarından her zaman çok memnundum."