Önümde sallanan ipe bakıyordum. Kader bana acımış olacak ki, acılarıma son vermek için bir fırsat daha tanımıştı bana. Kadından evvel yapmalıydım bu işi. Zaten kadınlar doğada her zaman daha güçlü durabilen varlıklardır. Biz erkeklerse öyle değiliz. Yalnızlığa tahammül edemeyiz. Derin psikolojik savaşlara hazır değiliz. Açlıkla, işkenceyle bir süre mücadele edebiliriz ama biz, kadınlar kadar derin varlıklar değiliz. Ruhsal bunalımlar karşısında ne yapacağımızı şaşırırız. Zor iş doğrusu. Kadınlara bu yüzden hayranlık besliyorum. Benim hatırlayabildiğim kadarıyla kadınların hepsi böyleydi. Biz erkekler var ya erkekler. Davul gibiyizdir tıpkı. Sesimiz çok çıkar, esip gürleriz ama içimiz boş bir hava deposu gibidir. Sürekli meselenin derinine inip, anlam arayışı içinde olmamız da bundan kaynaklıdır. O boşluğu doldurma telaşı kaplar benliğimizi. Kadınsa hiç umursamadan o boşluğu; sosyal bir canlı olarak yaşamını idame ettirme yeteneği sergiler gözler önünde. Çünkü o boşluğu doldurmanın en temel prensibidir; düşünceyi fiiliyata dökebilmek, fikirlerini çekinmeden duyurabilmek. Fiziksel olmayan acılar karşısında ne yapacağımızı bilemeyiz biz. Doğa; bir yerden verirken, bir yerden almış işte. Ben o kadar dayanıklı değilim, içimde verdiğim bu savaşta. Halbuki çıkıversem şu ipe, salıversem kendimi, kurtulmuş olacağım şu gereksiz savaştan. Yenmek de, yenilmek de savaşın bittiğini ilan etmez mi? Ne fark eder hem? Ruhuma karşı açılan bu savaşı kazansam, ne fark eder? Kimi yendiğimi nereden bileceğim? Kendimi yeniyorsam eğer; kendime karşı kazandığım zafer, yenilgiden daha beter olmaz mı? Niçin bu kadar büyütüyorum ki meseleyi o zaman? Hepi topu iki dakika can çekişirim şu ipte. Ben demiyor muydum oysa 'hissedilebilen acılar hissedilmeyen acılardan daha hafiftir' diye. Bu kadar basit bir kararı vermek, neden bu kadar zor oluyor o zaman?
Korkuyorum. Ölümden korkuyorum. Boşvermişlik duygusuyla bakakaldığım duvarlar değil beni korkutan. Yerdeki cesetler de değil. Hele bu kadın hiç değil. Ölüm. Ölüm beni korkutan... İçinde ne olduğunu bilmediği bir kutuyu rahatlıkla açabilir mi insan? Ne kadar tehlikeli bir şey çıkabilir ki düşüncesi bile meşgul etmez mi zihnini? Basit bir kutunun içindeki bile beyin fırtınası yaratabiliyorsa, ölümün bilinmezliği büyük bir şüpheye sokmaz mı insanı?
Vücudum terliyor, ellerim titriyor, yüzümü o idam ipine çevirecek yürekliliği kendimde bulamıyorum. Sesimdeki korkaklığı hissedebiliyorum. Bu, tamamen bana aykırı bir şey olsa da kabulleniyorum. Kabullenmek zorundayım da. Ömrümde bir kere bile cesur hissedemedim kendimi. Bu büyük bir acizlik olsa gerek. Bunu kabullenmek bile cesurca birinin yapabileceği bir davranış. Bu bir erdem olabilir mi? En mat yüzeye damlayan kan damlası bile gözle görülür şekilde ayırt edilebiliyorken, ikisini nasıl ayrı tutabilir insan? Birisi karanlık, öbürü ölüm. İkisi birbirine bu kadar yakınken, nasıl olur da bu kadar zıtlık içerebilirler birbirlerine karşı? Korktuğum şeyin benim kadar korkak olması bu kadar komik bir durum olabilirken, bir o kadar da üzücü. Ölümün de kesinlikle benim kadar korkak olduğuna inanıyorum. Bana benden yakın olup da, bir kez olsun hesap vermeye cüret edememesi, bana bunu düşündüren. Bu tezatlık beni yanıltan.. Bu karmaşa beni korkutan...
Acaba kendi canıma kıyacak olmam mı zorluyor beni? Tanrıya vermem gerekecek hesap mı beni engelliyor? Şu kadın sallasa ya sandalyemi. Öz irademle değil de, başkasının kararıyla yaşamım sonlansa. Bu da çok bencilce bir davranış olurdu. Bu sefer kadına bırakacağım vicdan azabı, benim sorumsuzluğumun sonucu olacaktı. Hem öyle de yapsam, dolaylı olarak intihar etmiş olmayacak mıyım? Ona bunu yaptıran ben olacağıma göre, bu eylemin kendimi kandırmaktan başka elle tutulur bir güzelliği olmazdı ki. Acaba Tanrı da kendini kandırıyor mudur? Bu, büyük ihtimalle ölünce de öğrenemeyeceğim bir sorunun cevabıdır. Bana şu anda güzel görünen tek şey, şu idam ipinin gururluluğu olsa gerek. Hiçbir pişmanlığı yok. Sımsıkı sarmış gibi kollarını, kurbanını bekliyor. Onu kuvvetle boğacak ve hiçbir üzüntü duyup da, kasvetli görünmeyecek. İdam, hiç şüphesiz en asaletli ölümlerden biridir. Göğe yükselmeye, ayaklarını yerden keserek başlıyorsun. Belki de bu yüzden en güzel insanları asarak öldürdüler. Sizler de benim gibi böyle bir odaya tıkılsaydınız, bu kadar cesur lafları edecek cesaretiniz olurdu en azından.
O ipe tırmandığımda işimin, ayaklarımla sandalyeyi ittirmek kadar kolay olmadığını gördüm. Verilmesi gereken zor bir kararın başlatacağı o bilinmez sürecin basit bir eylemle onaylanması demekti; o sandalyenin yere devrilmesi. O iple yaşanacak olan boğuşmanın, sorumluluklarını üstüne alınmak demekti. Hüküm benimdi. İntihar eden insanların sahip olduğu en güzel hak; kendilerine, istedikleri ölüm şeklini seçebilme hakkıdır belki de. Ama bu düğümlenmiş ip dışında, benim böyle bir hakkım bile yoktu maalesef.
Ölümü yakından yaşarsa insan, yabancılaşır birden hayat. Kalbin bıçakla kesilir gibi bıraktığı acı, göğsünde kocaman bir boşluk yaratır. O boşluğu kontrol edemez işte ellerin ama umutla o var olduğunu düşündüğün şeyi sarmalamaya çalışır. İşte o ellere o anda tutuşturulacak bir kalem, belki hayatın anlamını açıklayacak kadar, çok büyük tecrübe edinir o anlarda. Göğüs kafesini o anlarda zihninde yok etmiştir beyin. O anlarda duyguların kaybolur. Sadece seni bekleyen boşluğu düşünür beynin. Zaman yiter o anlarda. O anlar aslında varoluşun temelini oluşturan anlardır. Ruhun belli eder kendini hafiften. Bedenini terk edip selam vermek ister adeta, karşına geçip. O anlarda kapı çalınır sanki. Azrail ortamın cazibesine dayanamayıp bir an evvel sohbete dahil olmak ister. O anlarda üç kişisinizdir orada. Yaşayanların korktuğu bu kutsal son, sizi derin bir muhabbete çekmiştir. Başka misafir gelsin istemezsiniz. Öyle bir an gelir ki, bu ortamı bazen kimse bölmek istemez. Ya da siz öyle istersiniz. Ama öyle olmaz işte. Sizin huzurunuzu kaçıran davetsiz bir misafir gelir. İşte o anda orada bulunanlar toz olurlar, havaya karışıp. Çünkü gitme vakitleri gelmiştir. Kapı çalınmıştır artık. Hâlâ koyvermiş bir şekilde sarmaladığınız göğüs kafesiniz, yine parmak uçlarınızı dürtmeye başlamıştır. Kalp atışları notalarını ayarlamaya başlar yeniden. Bu kadar yaklaşmışken ölüme, bu müziği duymak istemezsiniz. Ölüm bir kere hatırlatmıştır kendini size. Hem de sizin, tam da onu andığınız anda. Hoşça kal Azrail yeniden beklerim, diyememişsinizdir ama. Bu seni ne kadar üzse de, çok da üzerine düşünmezsin. Çünkü yine geleceğini biliyorsundur. Bu sadece kısa bir aradır şimdilik. Şimdilik misafir ağırlamanın verdiği yorgunluğu, bir uykusuzluk molası ile atlatmanın vaktidir. İstediğin yerde olmasa da. Şimdilik bir odanın, buz kesen taş betonunda. Ölümün getireceği rahatlığın kıyılarından giderek uzaklaşırken, yeniden o şehir yaşamına dönmüş bir köylü bıkkınlığıyla.. Hayata giren bu reklam arasından, filme geçmeden önce verilen kısacık bir reklam vakti daha şimdilik. Birazcık tatlı bir uykuyla...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ODA
Mystery / ThrillerSessizlik... Koyu bir sessizlik. İnsan kulağının algıladığı bu frekansların renkler gibi tonu olur mu bilmem ama o anlarda duyumsayabildiğim şeyleri ancak böyle tarif edebilirim. Koyu, derin bir sessizlik. Kitap kapak tasarımı: @Servi_Akyildiz