23

606 83 23
                                    

     Changbin'in çocukluğuna dair hatırladığı ilk anılar yalnızlığı içeriyordu. Yağmurlu bir havada zar zor yürüyebilip sığınacak bir yerler aradığını ve yapayalnız olduğunu hatırlıyordu. O kadar açtı ki midesini kazıyarak karnından söküp atmak istiyordu. Yorgunluktan gözleri yanıyordu. Delilercesine ağlamak istiyordu ama ağlamanın bir faydası olmadığını, kimsenin ona sarılıp endişelenmeyeceğini, saçları arasına öpücükler bırakmayacağını öğrenmişti.

     O yaşa kadar nasıl geldiğini bilmiyordu ama bir şekilde birileri karnını doyurmuş olmalıydı. Biyolojik anne veya babasını hatırlamıyordu, ama kendisini erken bırakmış olmalıydılar, en çelimsiz yavruya öyle yapılırdı çünkü. Gözünün önüne bazen belli belirsiz bir yüz geliyordu ancak bu adamın kendisine bakan kişi olup olmadığını, baktıysa da bunu neden yaptığını, neden kendisini ölüme bırakmadığını bilmiyordu. Şimdiye kadar bakılıp da neden sonra terk edildiği konusuysa kendisine en saçma gelen şeydi.

     Dolayısıyla aradaki boşlukları dolduramıyor, noktaları birleştiremiyordu. Tek bildiği yıllarca bu ağaçların arasında yapayalnız dolaştığıydı. Bazen bazı kurtlara rastlar, kendisine acırlardı. Birkaç hafta yanlarında kalırdı ancak çocuklarını seven anne babaları görmek minik kalbini o kadar acıtırdı ki en sonunda kendisini başka bir yer arayışına girerken bulurdu.

     Changbin, içinde hissettiği bu büyük boşluğun ne olduğunu bilmiyordu. Tek bildiği ondan nefret ettiğiydi. Ta ki Wonwoo ile tanışana kadar. Wonwoo kaşları arasından ilk öptüğünde birden o içindeki boşluğun dolduğunu hissetmişti ancak orası dolarken canı o kadar yanmıştı ki hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Neyse ki bu sefer ağladığında gelecek, onu şımartacak biri vardı, hayatında ilk defa. Changbin'in bir zamanlar içini dolduran o boşluğun ne olduğunu öğrenmesi zamanını almıştı ama yalnızlık olduğunu keşfetmişti.

     Ve şimdi orayı dolduran şey o kadar hızlı yok olmuştu ki Changbin birisinin kalbini göğsünden söküp pençeleriyle didik didik ettiğini, sonra da ateşte kızartıp akşam yemeği olarak yediğini hissediyordu. Sanki ruhu parmak uçlarından emilip çıkarılmış gibiydi. Kulakları uğulduyor, dünyası sabit durmuyordu.

     Annesinin cansız bedeni öylece yere yığılıp kalmıştı. Boğazındaki kesikten dökülen kan yerde küçük bir göl oluşturmuştu. Changbin, kendisinde ağlayacak gücü bile bulamıyordu. Manası neydi ki? Yine kimse ona sarılıp gözyaşlarını silmeyecekti. Yine yapayalnızdı. Boş bakan gözleri zar zor Mingyu'yu bulduğunda onun yere yığıldığını, deliler gibi ağladığını gördü ama ona acıyacak kadar bile bir şey hissedemiyordu.

     "Seni sabrımı sınamaya devam edersen işlerin bir gün bu raddeye geleceği konusunda uyarmıştım Changbin. Buraya gel."

     İşaret parmağıyla ayağının ucunu işaret etti. Sanki Changbin bir köpekmiş gibi. Changbin, hiçbir şey demeden adamın işaret ettiği yere kadar gitti ve tam karşısında dikildi. Babasının hıçkırıklarından başka hiçbir şey duyulmuyordu. Belki de Changbin'in duyu organları işlevini yitirmişti çünkü teni bir fırına atılmış gibi hissettiriyordu.

     "Diğerlerine ne yapacaksın?"

     Sesi sessizlikte o kadar yüksek çıkmıştı ki Changbin yüzünü buruşturmaya engel olamadı. Adam, kendisini bırakıp annesinin bedenine gitti ve kan birikintisine elini daldırdı. Sonra tekrar Changbin'e dönüp parmaklarını yukarıdan aşağıya yüzünde gezdirdi. Suratındaki hasta sırıtış sonsuza kadar orada kalacak gibi duruyordu. Changbin, kendisinde dönüp diğerlerine bakacak cesareti bulamadı. Adam, sonunda dudaklarına geldiğinde parmaklarını tek tek Changbin'in ağzına sokup elini temizlemesini sağladı.

How Not to Get a Pack; by Seo Changbin/ChanChangHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin