Havaalanında zaman durmuş gibiydi. Gürültülü anonslar, aceleyle yürüyen insanlar, bavul sesleri... Hepsi arka planda silikleşmişti. Kuzey'le birbirimize sarılmıştık, başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Yüzüm omzuna gömülü, nefes alışımdaki sakinlik ise sadece onun varlığına aitti. Derin bir nefes aldı, sonra beni yavaşça kendinden ayırıp gözlerimin içine baktı. O anki gülümsemesi, içime bir sıcaklık yayıp sanki zamanı geri alıyordu. Dayanamadım, bir kez daha ona sarıldım.
Tam o sırada, arkamızdan gelen tanıdık bir sesle irkildik.
"Oğlum!" diye sesleniyordu Vildan teyze. İstemeden birbirimizden ayrıldık, ama Kuzey'in eli belimdeydi, bir an olsun bırakmıyordu.
Kısa süre sonra Vildan teyze ve Erdal Bey koşar adımlarla yanımıza geldiler. Kuzey’i kucakladıklarında aralarındaki sevgiye tanıklık etmenin huzuruyla birkaç adım geri çekildim. Onlara bakarken yüzümde istemsizce bir tebessüm belirdi.
Kafamı çevirdiğimde, ileride tek başına bekleyen Aysu’yu gördüm. Kalabalığın arasında sanki yalnızlığı daha da belirginleşmişti. Öylece duruyor, yere sabitlenmiş gibi hareketsizdi. Öğrendiğim kadarıyla, yaşadığı haksızlıkların ardından temize çıkmış ve yüklü bir tazminat alarak görevine geri dönmüştü. Ama tayinini istemişti; ailesinin yanına, huzura gitmek için... Bu ziyaret ise eşyalarını toplamak ve belki de benimle yüzleşmek içindi.
Tim arkadaşlarım da dikkat kesilmiş, aynı yöne bakıyorlardı. Gözlerimiz Aysu’yu takip ederken, hepimiz onun gözlerindeki o yorgun, kırgın ifadeyi fark ettik. O an, sanki tüm geçmişimiz, paylaştığımız her şey bir anlığına gözlerinde canlanmış gibiydi. Ama aramızda derin bir sessizlik vardı; hiçbir kelime bu sahneyi bozacak kadar cesur değildi.
Kuzey ve ailesi hasretle birbirlerine sarılmışken, içimdeki ağırlıkla adımlarımı hızlandırdım. Aysu’nun tam karşısında durduğumda, onun esmer teninde parlayan gözyaşları ve siyaha çalan kahve gözlerindeki derin acı beni sarsmıştı. İçimde biriken mahcubiyet ve suçluluk duygusu, kelimelerimi boğazıma düğümlüyordu.
"Yaşadığın her şey için çok üzgünüm," dedim, sesim çatallaşarak. Bir an sustum, doğru kelimeleri bulmaya çalışarak. "Çok büyük bir ihanete uğradık. Biliyorum, bu hiçbir şeyi değiştirmez, ama... Sana ve bize karşı çok büyük bir oyun oynandı. Her şey en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı." Nefes alıp başımı eğdim. "Bana ne dersen haklısın. Yaşadıkların için çok özür dilerim," diye ekledim, içten bir hüzünle.
Sözlerim havada asılı kalırken, Aysu’nun gözleri daha da doldu. Ama bu kez bakışlarını kaçırmadı; gözlerimin içine baktı, sanki ruhumun derinliklerini görüyormuş gibi. Sesindeki titremeye rağmen kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladı.
"Bir yıl, dört ay, on sekiz gündür, çok sevdiğim ve uğruna canımı feda edeceğim vatanıma ihanetten yargılandım ben, Gökçen Komutan," dedi. Sesi çatallaşsa da gururu kırılmamıştı. "Bunun ne demek olduğunu kimse anlayamaz. Öyle bir lekeyle yaşamak zorunda bırakıldım ki... İnsan en çok sevdiklerinden gelen darbelere kırılırmış." Bir an duraksadı, bakışlarını üzerime dikti. "Benden özür dileme. Sen görevini yaptın. Sana hem çok kızgınım hem de hak veriyorum. O belgeleri sen değil de ben ele geçirseydim, ben de komutanıma teslim ederdim tabii ki. Senin bir suçun yok."
Son cümlesiyle bakışlarını kaçırdı, sanki daha fazla dayanamıyormuş gibi. İçimdeki düğümü çözmeye yetmese de, onun gururuna ve haklı öfkesine saygı duydum. Yutkunarak, titreyen bir sesle, "Hakkını helal et, Aysu," dedim. Bu kadarını söylemek bile zordu.
Aysu’nun sözleri, içimdeki yükün bir kısmını hafifletmiş gibiydi. Ellerini saçlarının arasından geçirip hafif bir tebessümle konuşmaya devam etti.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
TOPRAK
ActionÜsteğmen GÖKÇEN TOPRAK, Çok zor şartlara karşı vermiş olduğu mücadelede hayatı yenmiş bir kadın... Bu buruk kadının aile sıcaklığını bulma yolunda karşısına çıkan; ihanet, yalanlar, bedeller ve sırlar ile mutluluk, eğlence ve aşk'ı bulma hikayesine...