Ağrıyan şakaklarıma masaj yaparken beynimin minik bir zerresini çalıştırabilmek için insanüstü bir çaba sarf ediyordum. Biraz daha zorlarsam beynimin alev alacağından mütevellit kaşlarımı çatıp saatlerdir yazabildiğim iki cümleyle bakıştım.
19. yüzyıl şairlerinin en büyük hastalığı öyle leş bir ortamda şiir yazmaktır. En önemli özellikleri ise ortamın leşliğine rağmen şiir yazabilmeleridir.
Dudaklarım kendiliğinden bükülmüş olabilirdi ancak kağıdı iki avucumda sıkıştırıp top haline getirerek ben bükmüştüm. Keşke zamanında beynimi de bükmüş olsalardı da bu kadar teklemeseydi.
Hiçbir şeye benzemeyen iğrenç sözcüklerimle kirletilmiş kağıtlarımın hepsi çöp kutusunda dağ gibi yığılmıştı. Bütün gece bu salak ödevle uğraşmama rağmen bir arpa boyu yol alamamıştım.
Babam eve geldiğimde de kafamı ütülemeye devam etmeseydi asla ödevin başına oturmazdım ancak durumun vahametini anlamam için epey bir zaman dil dökmüştü. Ben ödevi yapabileceğim birini bulamadığımı, dolayısıyla da dersten kalacağımı soğukkanlı bir dille söyleyince yalvarmaya başlamıştı. Okuldaki gibi iğrenç bir üslubu yoktu. Yani, azıcık hakaret, azıcık sevgi, azıcık da haşlama içeren bir konuşmaydı. Yalvarmıştı ödevi yapayım diye daha ne olsun? Annemin kemikleri sızlamasın diye bana yalvarmayı bile göze almıştı. Aşk varsa böyle bir şeydi herhalde. Başının belası olduğunu her seferinde dile getirdiğin, nefret ettiğini söylemekten çekinmediğin birinin ayaklarına bile kapanabiliyordun ölmüş biri memnun olsun diye. Saçmalığın daniskasıydı bence. Aşk diye bir şey yoktu ve babam tedavi olması gereken bir ruh hastasıydı.
Ödevi yapmayacağımı tekrar tekrar söylerken oturmuş, bana nasıl yapacağımı da anlatmıştı uzun uzun. O yapsın diye ben de babama yalvarmıştım ancak bunu katiyen kabul etmemişti. Etik olmadığını, hak yiyemeyeceğini falan söylemişti. Başkasına yaptırdığım ödevi kabul etmesi işin ayrı boyutuydu.
Ehe, ödevi tamamen birilerine yaptırdığımı söylemek yerine birileriyle birlikte yaptığımızı söylemiş olabilirdim ve o da bu yalanımı afiyetle yemiş olabilirdi. Ehe.
Kafamı masaya koyup duvarı izlemeye başladım. Burada bu aptal ödevle uğraşmak yerine sosyal kelebeklerimin evinde partiliyor olabilirdim. Salonun ortasını piste çevirirdim ve insanlar benim ne kadar iyi bir dansçı olduğumu falan söylerlerdi. Tezahüratlar, ıslıklar, feromonlar havada uçuşurdu. Popom yerine kalan üç-beş beyin hücremin twerk yapması ne kadar da ironikti.
Her şey o siyahlı cüce alfa yüzündendi.
Aklımda yüzü belirince kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Tüm gece onun yüzünden kaşlarımı çatmıştım. Alnımda kırışıklık oluşacaktı, babam da botoks parası vermek için ne şartı koşacaktı kim bilir. Bulaşık yıkamak zorunda kalmak en son isteyeceğim şeydi ve babam genelde parasını benim için harcarken bulaşıkları ykkamamı isterdi.
O ineğin görüntüsü gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Enayime engel olduğu yetmiyormuş gibi benimle kaba da konuşmuştu. Hakaret üstüne hakaret yemiştim. Tabii o sıra hepsini anlamamıştım ancak beynim kaseti tekrar tekrar geri sarınca anlayabilmiştim.
Cüce!
Yer cücesi!
İnek!
Hoseok, diyordum kendi kendime. Sen insanların fiziksel özellikleriyle dalga geçip insanları zorbalamazsın. Sadece beğenmezsen beğenmediğini mimiklerinle belli edersin. O yüzden şu yer cücesine hakaret etmeyi bırak.
Ama yok. Olmuyordu. Yüzü gözümün önüne geldikçe sinirlerim bozuluyordu. Keşke suratının ortasına bir tane çaksaydım. O gözlüğü kırılsaydı da milletin gözüne öyle izin almadan uzun uzun ve karşısındakini yakacakmış gibi bakmasaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
He's Nerdy But He's Mine 🌱 Sope
FanficOkulun popüler, seksi, etrafa daima neşe saçan omegası okuldaki içine kapanık, farklı türden inek, korkunç derecede ruhsuz görünen alfayla? Olacak iş miydi canım? ^^ [Koko'nun devamını yazmam için bana verdiği bu fici layıkıyla tamamlayacağım. Umarı...