III

49 5 10
                                    

Hatırlıyorum, Türkiye'den aktarmalı gelmiştik. Junmyeon hyung kesinlikle Türkiye'nin Ege bölgesinde ve İstanbulda'da uzun soluklu bir gezintiye ihtiyacımız olduğunu tekrar edip durmuştu. Dediğine göre burda da birçok antik kent varmış, özellikle de İzmir'i, Muğla'yı ve Aydın'ı kesinlikle görmek lazımmış. Ve tabi ki Truva için de Çanakkale'yi. Minseok hyungum ise vakit ve nakitimizin az oluşundan yakındı. O ise tüm Türkiye'de görülecek bir sürü şeyin olduğunu söylüyordu.

İstanbul havalimanı büyüktü. Oturup bir şeyler atıştırmış ve kitapçı gezmiştik. Junmyeon hyung Türkçe kitapları okumaya çalışarak bizi güldürmüştü. Uçak saatinin gelişine kadar üç saat beklemiştik, Junmyeon ve Minseok hyung aşırı bilgi dolu tarih kitaplarını okurken ben ise Justin Bieber dinleyerek telefonda oyun oynamıştım. Oyun çiftlik kurmayla alakalı bir oyundu. O dönem bu oyuna aşırı derecede bağımlıydım ve annemin, başını telefondan kaldır, diye kızışları hala kulağımdaydı.

Tekrar uçağa bindikten bir buçuk saat sonra Atina'ya varmıştık, Junmyeon hyung iner inmez, "Havayı ciğerlerinize çekin, temiz hava, Seul'de yok böylesi." demeye başlamıştı. Sahiden de temiz havaydı. Her yer yeşillik ve dağ kaynıyordu. Masmavi bir deniz vardı, kelimenin tam anlamıyla masmavi. İnsanları aynı havası gibi sıcaktı. Denizin üstündeki adaları rahatça görebiliyordunuz ve önünüzdeki kocaman açık deniz sanki sizi bir yolculuğa çağırıyordu.

"Cennet gibi bir yer..." dediğimi hatırlıyorum takside giderken. Başımı camdan çıkarmış gelen geçen arabalara ve manzaraya bakıyordum. "Ege denizi işte, ne beklersin ki başka..." demişti Minseok hyung. Şehrin havası bile bir başkaydı. Felaket bir sıcak vardı ama o kadar güzel bir şehirdi ki bir süre sonra sıcağı bile tolere edebilir bir hale geliyordunuz. Gökyüzüne bakmak bile sizi başka bir dünyada hissettirmeye yetiyordu. Bir an için böyle bir hava varken bizler Seul'un kirli havasında yaşamak için çıldırmış olmalıyız diye düşündüm.

"Bu arada Ege denizinin adının da mitolojiden geldiğini biliyor muydun Soo?" demişti Minseok hyung ön koltuktan. Havalimanından aldığı soğuk bir suyu serinlemek için ensesine tutuyordu.

"O nasıl o?" diye sormuştum. Dikiz aynasından bana bakmış ve "Aegeus, Atina kralı Theseus'un babası." demişti.

"Theseus kim hyung?"

"Ulan Kyungsoo insanda azıcık mitoloji bilgisi olur..." araya girmişti Junmyeon hyung. "Hani Minotor'u öldüren var ya..." Yanımda oturuyordu ve dakikalardır telefonda mesajlaşıyordu. Nişanlısına laf anlatmaya ara vermişti. Kadın, neden Atina gezisine bizimle gelmediğini sorup duruyor ve bundan yakınıyordu. Erkek erkeğe ve bir iş gezisi, diye on kez laf anlatmıştı Junmyeon hyung, dilinde tüy bitmişti dediğine göre.

"Tanımıyorum ama neyse..." dedim dudak büzerek. "Sonra n'olmuş?" yalancı bir merakla sordum.

"Theseus, Minotor'a karşı kazandığı zaferden dönerken beyaz yelken çekmediği için Aegeus oğlunun öldüğünün zannederek acıdan kendini denize bırakıveriyor. Aegeus'un kendini bıraktığı o deniz bu deniz işte. Adını buradan alıyor."

Güldüm. "Vay be, mitolojide herkes tam anlamıyla birer drama queen." dedim alayla.

Minseok ve Junmyeon hyung benzetmemden hoşlanmamış olacaklar ki bir şey demediler. Ya da büyük ihtimalle bana katılmıyorlardı. Sevdikleri şeyler konusunda her zaman hassas olmuşlardı. Laf söylemeye gelmezdi. İkisi koca bebeklere benzerdi çoğu zaman.

Kalacağımız yere gelesiye kadar yolculuğun geri kalanı sessizlik içinde geçmişti. Kaldığımız yer Atina'nın merkezinde butik, hoş bir oteldi ve üçümüz bir odada kalıyorduk. Biraz istirahat ettikten sonra akşam yemeği için bir restorana gittik. Tüm yöresel lezzetleri mideye indirdikten sonra da, ki özellikle Yunan garsonun baklavayı 'bizim' diye yutturmaya çalışmasını hala unutamam, çarşıda biraz gezintiye çıkmıştık. Yürürken Minseok hyung cebinden buruşmuş bir kağıt parçası çıkartıp, "Evet yarınki planı söylüyorum." demişti. Ilık ege rüzgarı şortlarımızdan içeri sızıyordu. Güzel bir akşamdı.

PalaestraHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin