İYİ OKUMALAR ARKADAŞLAR... YENİ BÖLÜMLER SİZLERİN YORUM VE BEĞENİLERİNİZE GÖRE GELİYOR... 50 YORUMUN ALTINA BÖLÜM GELMEYECEKTİR... BOL KEYİFLER...
Pazar ayinleri saat onda başlıyordu ve on ikide bitiyordu. O iki saatlik süreç Vicky'e her zaman çok acı verici gelirdi. Birkaç kere uyuyakaldığı bile olmuştu. Özellikle vaaz zamanında uyumayı tercih ederdi. Aksi halde öfkesine karşı koymakta zorlanıyordu.
Baş rahip, acımasız bir adamdı. Günahkarların gidecekleri cehennemden ve orada yaşayacakları işkencelerden bahsetmekten zevk alıyordu. Onu dinlerken Vicky kendini bıçaklamak isteğiyle zar zor başa çıkabiliyordu. Buna karşılık Alexandro öldükten sonra bile çok uzun yıllar dişini sıkıp gitmeye devam etmişti.
Kendini hiç rahatsız hissetmemişti. Hiçbir zaman yanlış bir şey yaptığına dair bir duyguya kapılmamıştı dahası asla vicdan azabı hissetmemişti. Neden hissetsindi ki? Heykelleri her zaman çok güzellerdi. Onları bu bataklığın dibine sürüklenen çürümüş toplumu biraz olsun güzelleştirsin diye yapmıştı.
Kilisenin büyük çan kulesinin sesleri gelmeye başladığında başını kaldırdı. Saat on olmuş olmalıydı. Dün geceden beri hiç uyuyamadığı için zaman kavramını tamamen kaybetmiş gibiydi. Sakin bir şekilde olduğu yerde oturuyor olabilirdi ama kalbi her geçen dakika daha da yerinden çıkacak gibi atıyordu.
Midesi taklalar atıyordu. Sabah ona kahvaltı için lapa bir pilav ve kuru ekmekle su getirmişlerdi. Ancak söz konusu ölüm olduğunda hiçbiri bir anlam ifade etmiyordu. Yakalandığından beri bir şey yememişti doğru düzgün ve şimdide yiyesi gelmiyordu.
Dışarıdaki sesler çan sesinin dinmesiyle bıçak gibi kesildi. Herkes kilisedeydi artık. Bütün kasaba işlerini bir kenara bırakmış koşa koşa gitmiş dua ediyorlardı. Ya da en azından rahipler onların dua ettiğini zannediyorlardı.
Kiliseye herhangi bir şey götürmek yasaktı. Silahlar dışarıda bırakılırdı. Bütün askerlerde aynı halk gibi kiliseye gitmek zorundaydılar. Yavaşça ayağa kalktı ve tahtadan sert kapıya doğru gitti. Gerçekten de koridorda kimse görünmüyordu.
Derin bir nefes alıp verdi. Eğer elinin altında şekillendirebileceği bir şey olsaydı onu canlandırıp bu kapıyı kırdırabilirdi. Ancak çok bakınmış olmasına rağmen bulamamıştı bir şey. Ona bilerek kaşık, çatak vermiyorlardı. Eliyle yiyebilsin diye kuru yemekler veriyorlardı. Başını eğip yerdeki tabldota baktı. Pilavın içinde kurtlar oynaşıyordu.
Ayağıyla sertçe tabağı tekmeledi. Ardından derin bir nefes alıp kendisini sakinleştirmeye çalıştı. En başında güçlü olmalıydı. Eğer güçlü davransaydı kendi ölüm şeklini seçebilirdi. Ancak o zayıf davranmayı seçmişti.
Sırtını kapıya yasladı ve gözlerini kapadı. "Geliyorum, Alexandro" diye fısıldadı. "İki saat sonra yanındayım"
İlk çığlıkların ne zaman geldiğini pek anlayamamıştı. Kadın ve erkeklerin çığlık sesleri çocuklarınkine karıştı. Daha iki saatlik zaman dolmamıştı bile. Hızla oturağa doğru gidip pencereye yükseldi. Elleri parmaklıkları yakaladı ve dışarıyı görmeye çalıştı.
Hiçbir şey göremiyordu. Küçük penceresinin görüşü çok kısıtlıydı ancak sesleri duyabiliyordu. Çığlık seslerini örten gülme ve kahkaha sesleri gelmeye başladı.
Hapishanenin kapısı büyük bir gümbürtüyle savruldu. Vicky, kocaman açılmış gözlerle en dip köşeye sindi. Kimin geldiğini anlayamıyordu ama içinden bir ses askerlerin ya da komutanın olmadığını söylüyordu.
"Burası mühimmat deposuna benzemiyor" dedi bir tanesi.
Bir şaklama sesi geldi. "Burası bir hapishane" dedi diğeri. Sesinden hiç memnun olmadığı belli oluyordu. "Şu süt kuzularına bak Cnut" dedi alaycı bir şekilde. "Suç da işliyorlarmış"
Diğeri buna kahkahalarla güldü. İki adam onun hücresinin önünde durdular ve biri diğerinin kolunu dürterek onu uyardı. Tam da direk olarak Vicky'ye bakıyordu.
Her ikisi de tıpkı korku hikayelerinde bahsi geçen barbarlara benziyorlardı. Uzun saçları dağınıktı ve aralarında örgüleri göze çarpıyordu. Sarı saçlarının bir yanı kazınmıştı ve oralarda siyah dövmeler vardı. Tuhaf takılar üzerlerinde şakırdıyordu.
Bir tanesi ona doğru geldi. "Vay vay vay" dedi neşeli bir şekilde. "Şu tatlı şeye bak" dedi. "Sen neden buradasın, tatlım? Şeker dükkanından lolipop mu çaldın?"
Yutkundu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Korku az önceki gibi değildi. Sanki daha şiddetlenmişti ve kalbi kulaklarında uğulduyordu. Yine de öne doğru emekledi. "Ben heykeltraşım" dedi en sonunda zar zor çıkarabilmişti sesini.
Adamlardan biri anlamamış gibi kaşlarını çattı. Diğeri arkadaşına baktı. "Ne dedi bu?" diye sordu. Tuhaf konuşuyorlardı. Dillerini anlamak biraz zordu. Yarı ingilizce yarı kendi dillerindeydi.
Vicky, dizlerinin üzerinde doğruldu. "Dine karşı geldim" dedi. "Tanrı'ya" onu anlamalarını umuyordu.
Cnut anlamamıştı belli ki ama umurunda da değildi. Elindeki baltasını kaldırdı ve savurdu sertçe. Baltanın darbesini beklerken genç kadın kollarını başının üzerine kaldırdı ve hafif bir çığlık koydu ama balta tok bir sesle kapıya saplandı.
Şaşkın bir şekilde başını kaldırıp baktı. İki adamda gevrek gevrek gülüyorlardı. Cnut baltasını yerinden çıkarıp bir kere daha oduna sapladı. Tahta kapı çatırdadı. Dördüncü ve beşinci darbesinde tamamen parçalandı. "Şanslı günündesin, tatlım" dedi içeri girerek. "Connor, bundan çok memnun kalacak"
Vicky kendisine doğru atılan adamın yanından geçip kapıya doğru atıldı ama öteki onu yakaladı. Bir tane çaputla bileklerini hızlı bir şekilde bağlayıp kadını omzuna attı ve dışarı doğru yürümeye başladı.
Dışarıda tam bir kaos hakimdi insanlar kaçışıyor, askerler savaşmaya çalışıyordu ve... Kocaman açılmış gözlerle gördüklerine bir kere daha baktı. Baş rahip ölmüştü ve hemen arkasında duran kilise ateşler içindeydi. Bu mümkün olabilir miydi? Bu adamlar dini umursamıyorlar mıydı?
Onu taşıyanın arkasındaki Cnut!a baktı ve ellerini ona doğru uzattı. "Sizinle geleceğim" dedi kendisini anlamasını umarak. "Yardım edin"
Cnut, kaşlarını çatarak arkadaşını durdurdu ve kadına baktı. "Ne istiyorsun?" dedi çünkü sıradan birinin yapacağı gibi çırpınmıyordu. Aksine oldukça sakindi ve yanan ibadethaneyi görünce çok mutlu olmuşa benziyordu.
"O ev" dedi eliyle işaret ederek. Birbirine bağlı olan ellerini ileri uzattı. "Onu yak" dedi mümkün mertebe basit konuşmaya çalışıyordu. "Lütfen"
Cnut, kaşlarını kaldırarak gösterdiği eve baktı. Ne istediğini gayet net anlamıştı. Başını çevirip kardeşine baktı. Kadının kafasında birkaç tahtası eksikti herhalde. "Neden birinin evini yakayım ki?"
"O benim evim" dedi kadın ısrarlı bir şekilde ardından çırpınmaya başladı. Rollo onu daha fazla tutamadı. Vicky yere iner inmez alev almış kiliseye doğru koştu eline bir odun parçası alarak. Eğer bunu şimdi yapmazsa bir daha asla böyle bir şansı olmayacaktı çünkü.
İnsanların arasından koşarken Cnut ve Rollo'nunda peşinden geldiğini fark etmişti. Ancak adamlar onu durdurmaya değil ne yaptığını anlamlandırmaya çalışıyordu belli ki. Elindeki meşaleyle evinin önünde durdu.
Yerden bir taş alıp bütün gücüyle cama fırlattı. Ardından bir taş daha. Bu evi öylece vermeyecekti. İçeri girip eve baktı. Dağılmıştı. Askerler onu almaya geldikleri gün burayı da talan etmişlerdi belli ki.
Elinde yanan meşaleyi halıya doğru tuttu. Ardından perdelere ve sonrasında da koltuklara alevler iyice büyümeye başlayınca ise masanın üzerinde duran oyma bıçağını alıp evden dışarı çıktı ve sakin bir şekilde iki adama doğru yürüdü. Elleri hala bağlı olduğu için biraz zorlanmıştı ama şimdi içi rahattı.
Rollo ve Cnut bir süre ona baktılar. Kadının dilinden de çok anlamadıkları için ne diyeceklerini bilemiyor gibiydiler. Vicky, ellerini onlara doğru uzattı. "Ben sizinle geleceğim" dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TANRILARIN ELÇİSİ
FantasiVİCTORİA, HRİSTİYANLIĞIN EN YÜKSELDİĞİ VE SANATIN TAMAMEN YASAK OLDUĞU DÖNEMDE HAYATTA KALMAYA ÇALIŞAN BİR HEYKELTRAŞTIR. TEK ARZUSU HEYKELLERİNİ ÖLÜM KORKUSU YAŞAMADAN GİZLENMEDEN YAPABİLMEK VE DÜNYAYI DAHA GÜZEL BİR YER HALİNE GETİRMEKTİ. ANCAK Kİ...