"Yine de yukarıdaki yıldızları ve sonsuzluğu kesinlikle duyabilmeli. O zaman hayat her şeye rağmen büyülü gibidir."
-Vincent Van Gogh
Henüz kendisinin ve varlığının bilincinde olmayacak kadar küçüktü. Bir büyü gibi görünüyordu. Zift siyahı renginde dalgalı saçları beline gelecek kadar uzundu ve yine saçları gibi büyülü duran gözleri de simsiyahtı. Süt kadar beyaz ve tek bir kusurun bile bulunmadığı yüzünde dolunayla kutsanan bir gece gibi duruyordu. Kocaman gözleri siyah rengi ile ilk bakışta kusursuz duruyordu. Ancak hemen sonrasında atacağınız diğer bakışta onların ne kadar da boş olduğunu rahatça anlayacaktınız. Dört ya da beş yaşlarındaydı. İncecik bileklerinde hareketlerini ve en çok da güçlerini kısıtlamak amacıyla takılan zincirler vardı.
Küçük kız zincirlerini severdi. Onu duvara bağlamış olmasını önemsemezdi. İçerisinde bulunduğu bu odada beyaz bir hastane yatağı, renksiz bir serum ve kendisinden başka bir şey yoktu. Duvarlar da yine beyaz fayanslar ile kaplanmıştı ve Beynine işkence edecek kadar parlaktı. Ancak metalden yapılma zincirlerinde, beyazın yakıcılığından kaçabilmişti. Hayatı boyunca bu odadaydı. Hiçbir zaman dışarıya çıkamamıştı. Yalnızlığın en yalın haliyle yaşamıştı hep.
Ne bir cam, ne de bir yaşam.
Güzelliği, bünyesi zayıf insanlar için bir ilah pozisyonuna geçebilirdi. İnsanların soyundan tam olarak geldiği söylenemezdi. Kulakları minicik ama sivriydi ve ona tıpkı bir elf gibi yakışıyordu. Her zaman çok zayıf görünmüştü. Ufacık burnu ve dudakları bir sincabın masumiyetini andırıyordu. Ama ben ona, baykuş derdim. Tüm hayatı boyunca sadece iki kişi görmüştü; kendi canavarı ve doktor. Aslında doktorlar sürekli değişiyordu ama onları giydikleri uzun beyaz önlükleri ile birleştirip tek bir kişi sanıyordu. Demiştim, çocuk işte.
Oda hassasiyet büyüsü ile büyülenmişti. Küçük çocuğun dışarıda olup biteni algılamasını istemiyorlardı. Halbuki bu büyü, kıza zarar veriyordu. Karşılaştığı herkes canını yakmıştı onun. Zaten yeni birisiyle karşılaşmak için çok da şansı yoktu. Ama yine de birisi gelsin diye yine beyaza boyanmış kapıya doğru bakıyordu. Bir çocuğun yaşayabileceği en kötü şeylerden birisi de onu kendi hayal dünyası ile yanyana bırakmaktı. Bu kızın hayal etmekten ve acı çekmekten başka hiçbir şeyi yoktu. Zor da olsa dikkatini verince birisinin gelmekte olduğunu hissetti. Korkuyordu ama mutluydu. Canı yanacaktı, biliyordu. Ama kendisini biraz sonrasında edineceği "farklı" tecrübe için heveslendiriyordu.
Cehennemden gelen bir canavarın çocukluğu.
Kont Salvador'un bana verdiği ata, tıpkı kontun bana öğrettiği gibi bindim. Diğer ayağımı da üzengiden geçirince eğilip kendi atına binmek yerine beni izlemeye dalmış olan konta doğru uyarıcı bir bakış attım. "Beni nerede bulduysan oraya götür." dedim. Uykusundan uyanmış gibi oldu. Tanrım, bu adam resmen ayakta uyuyor. Hızlıca atına bindi ve bana cevap vermeden önden ilerlemeye başladı. Arkamdaki devasa kontluğa yeniden baktığımda pencerenin arkasından birisinin beni izlediğini gördüm. Tedirgin olmuştum. Görmezden gelmek için için Salvador'un bana verdiği ata odaklanmaya çalıştım. Atımı onun atının arkasından ilerletmek başta zor gelse de hızlıca uyum sağladım. Yaklaşık yarım saat boyunca hiç konuşmadık. Ormanın seyrek ağaçları arasında ilerleyip tanıdık olan köyle geldiğimizde "Burada duralım." dedim. Tüm yol boyunca anlatmaya değer hiçbir şey yaşanmamıştı. Atın üzerinde saçlarıma temas eden rüzgara bile alıştığımı hissetmiştim.
Atımdan inip bir soylunun karşısında olduğum için eteğim varmış gibi reverans yaptım. Gülümsedi ve konuştu.
"Leydim, hiç değilse isminizi bana bahşedin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Yıldız
Fantasy"Tanrım, lütfen ait olduğum bir yer olsun!" Bir anda kendini annesinin ona anlattığı efsanedeki Dokuz Dallı Ağacın önünde, tanrıya yalvarırken bulmuştu. İstismar edilen yaşamında artık ipleri eline almak ve özgür olmak için evden kaçtığı bu yolculuğ...