Ormana ilk adımımı attığım zaman kendimi farklı diyarlara açılan bir kapıdan geçmiş gibi hissettim. Yağmur gökyüzüne kadar uzanan devasa ağaçlardan ve normal boyutlardaki ağaçların birbirinden farklı yaprakları sayesinde tenime doğrudan temas etmiyordu. Ancak havadaki soğuğu yine de hissediyordum ve ağaçlardan damlayan sular üzerimdeki paçavradan yapılma köylülerin giydiği kıyafetleri ıslatıyordu. Her ne kadar rahatsız edici olsa da bir şekilde alışmıştım. Islak toprağın kokusu her yeri doldurmuştu ve ayak bileklerime kadar uzanan kahverengi eteğimin uçları çamur lekeleriyle dolmuştu. Rastgele yürümüyordum ama nereye gittiğimi de biliyor değildim.
Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe çevrede çok farklı değişiklikler oluşmaya başlamıştı. Yağmur yer yer göletler oluşmuştu ve bu göletler ışıltılı bir şekilde parlıyorlardı. Sanki, gökyüzündeki yıldızları alıp bu su birikintilerinin altına koymuşuz gibiydi. Bir su birikintisinin içine girdiğim zaman kendimi gökyüzünün içindeymiş, ona ait bir parçaymışım gibi hissettim. Ve bu his, hiç yabancı gelmiyordu. Bir an için o kadar rahatlamıştım ki sanki kıyafetlerim ıslak ve rahatsız değilmiş, tanımadığım yaşlı bir adamla evlenmek üzere değilmişim, ailem gözlerimin önünde öldürülmemiş, bazı geceleri kafamı yastığa karnım aç bir şekilde koymamışım, ağlama krizlerine girmemişim, ve en önemlisi gidecek bir yerim varmış gibi. Ben ve bileklerime kadar gelen ve parıldayan, altındaki toprağa rağmen berrak ve temiz duran su birikintisi. Gözlerim kapanmak üzereydi. O kadar yorulmuştum ki nereye çıkacağını bilmediğim yollarda koşturmaktan. Kapanmak üzere olan gözlerimi zorla açtım ve su birikintisinin içinden çıktım. Ağır aksak yürürken beni kendime getiren, alnımın ortasına düşen büyük bir su damlasıydı.
Mavi renkte suların aktığı aşağı yukarı beş metre boyundaki şelaleden mor köpükler eşliğinde aktığını gördüm sonra. Rüzgar mavi suyun nedenini anlamadığım bir şekilde iştah açıcı kokusunu burnuma kadar getirdi. Sulara tekrar baktığımda içinden çıkan saydam, ezilmiş bir top gibi görünüp püsküllerini hareket ettiren yaratık -ki en büyüğü karnım kadardı- sürüsü yanımdan geçti. Püskülleri ile yaptıkları hareket onları yağan yağmur damlalarıyla birlikte hareket etmesini sağlıyordu. Buraya geldiğimden beri daha yolun yarısında olmama rağmen çok fazla şey görmüştüm ve bunlar da unutulacak şeyler gibi değildi.
Gittikçe çevredeki bitkiler de değişiyordu. Ağaçların gövdeleri artık kahverengi değil, onun yerine Koyu turkuaz tonlarındaydı yapıları da değişiyordu. Yeşil yerine pembeydi yapraklar, yeşil yerine maviydi çimenler, sarıydı, kırmızıydı, turuncuydu, beyaz ve siyahtı. Gittikçe farlı şeyler de görüyordum. Ancak bu farklılık beni düşüncelerimden kurtarıyordu. kendimden kurtulmuşum gibi, tuhaf ancak huzurluydu ormanın içinde tuttuğu atmosfer. Yağan yağmurun oluşturduğu soğuk beni üşütmüyor, aksine tenimi gıdıklıyordu. Farklı renkte çimenlerin ve üzerine basmak kendimi annemin anlattığı şaman hikayelerindeki perilerdenmişim gibi hissettirdi. Gittiğim yeri belki ben bilmiyordum ancak ruhum sanki tüm hayatı boyunca oradaymış gibi ilerliyordu. Sahi, neden buraya gelmiştim?
İçimde kendime bile itiraf edemeyeceğim bir acıma hissi oluşmuştu. Kendime karşı. Tuhaf geliyordu hissettiklerim bana. İnsan kendisine acıyabilir miydi? Ben acımıştım çünkü. Başıma gelenleri, yaşadıklarımı o kadar kabullenmemiştim ki sanki başka birisi yaşamış gibi, sanki başka birisiymişim gibi acıyordum kendime. Elimde olsaydı kendi kendimin omuzunu sıvazlayıp iyi olacaksın derdim. Düşündüğüm şey o kadar tuhaf gelmişti ki o durumda bile gülümseyebilmiştim.
Yürümeye devam ederken sanki güzel bir kuş şarkısını söylemeye başlamış gibi bir ses uzaktan bir fısıltı gibi içime dolmuştu. Ormanın bu bölümünde yürümek biraz daha zorlaşmıştı. bir elimle eteğimi toplamış tutuyor, diğer elimle de artık mor renkte gövdeleri ve kırmızı yaprakları olan ağaçlara tutunup ilerliyordum. Ses çok tuhaftı ve gittikçe yükseliyordu, sanki bu dünyadan değil de başka bir dünyadanmış gibiydi. Nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum ancak huzur bir ses olsaydı o ses olurdu. Nereden geldiği bilinmeyen, içinde çalan.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Yıldız
Fantasy"Tanrım, lütfen ait olduğum bir yer olsun!" Bir anda kendini annesinin ona anlattığı efsanedeki Dokuz Dallı Ağacın önünde, tanrıya yalvarırken bulmuştu. İstismar edilen yaşamında artık ipleri eline almak ve özgür olmak için evden kaçtığı bu yolculuğ...