canozan - sen olmasan
-
2 haftadır ruh gibi okula gidip geliyordum. Defalarca ulaşmaya çalıştığım halde bi' bok becerememiştim açıkcası. Sms'ten yazmıştım, aramıştım, her gün konuştuğumuz uygulama üzerinden defalarca yazmıştım ama nafile. Eksik hissediyordum. Kötüydüm. Adını dahi bilmediğim o adamı özlüyordum ve ondan başkası bana iyi gelmiyordu.
Elimdeki kalemi bir şeyler yazıyormuş gibi defterin üzerinde gezdirmeye devam ettim. Hoca bir şeyler anlatıyordu fakat onu bile anlamıyordum. Fazlasıyla uykum vardı. Elimdeki kalemin masaya düşmesiyle çıkardığı ses kulaklarımda uğultu olarak kalıp rahatsız edici derecede artıyordu. Sağ kolumu masanın üzerine koyup kafamı da kolumun üstüne koydum. (garip oldu biraz ama olsun)
Masamın üzerine koyulan şeyin sesiyle başımdaki ağrıyı tekrar hissettim. Kafamı kaldırıp önce masama sonra yanımdaki direğe baktım. Direk? Kocaman bir şey, bilmiyorum. Burnuma gelen kahve kokusuyla bakışlarım masada durdu. Kahve? Kahve? Ne alaka? Bir şey anlamadım ben de.
"Doğa."
"Hım?"
"Uyansana kızım."
"Uyanığım ya." diye sitem ettim. Değilsin. Evet, biliyorum.
"Hadi kahveni iç. Kendine gelirsin."
Kafamı sallayıp bardağa uzandım ve biraz bekledim. İçmese miydim? Niye içmeyeyim ki.
"Teşekkür ederim Bulut."
O da kafasını salladı ve bir şey demeden sınıftan çıktı. Sahiden onun burada ne işi vardı? Omuz silkip masanın üzerindeki eşyalarımı çantama attıktan sonra kahvemi de alıp dışarı çıktım.
Dersim bitmişti ama okuldan daha çıkmamıştım. Her zaman oturduğumuz yere ilerleyip çimlere oturdum. Rahattı. Kahvemi içip ne yapsam diye düşündüm bir süre. Ne yapmam gerektiği dışında her şeyi düşündükten sonra Nisa'ya onu beklediğime dair bir mesaj attım.
2 haftalık bu süreçte taşınmıştık ve babamın adıma açtığı marka adına ilk dükkanım İstanbul'da açılmak üzere hazırdı. Muhtemelen hafta sonu gidecektim ama kesin hiçbir şey yoktu. Belirsizlikten nefret ederdim ama bilin bakalım kim belirsizlik içinde sürünüp gidiyor. Tabii ki ben!
Elimi çantama atıp su şişesi ve ilaç kutumu çıkarttım. Bir daha asla içmem, içince bana çocukluğumu hatırlatıyor dediğim ilaçlarımı tekrar içmeye başlamıştım. Bunu sadece ona bağlamıyordum. Son zamanlarda fazlasıyla odağım dağılıyordu. Olduğum yerde saniye veya dakika saymaktan çok yorulmuştum. Üç habı da elime alıp bekledim. İstemiyordum. Zorundasın. Zorunda olmayı da istemiyordum ki.
"Evlat katili olacağım. Nasıl yapar bunu aklım almıyor. Elinden telefonunu al, okul mokul da yok bundan sonra."
"Ama-"
"Aması yok bunun. Gitmeyecek dediysem gitmeyecek."
Çarpan kapı sesinden sonra koşarak annemin yanına gittim. Aramızda hiçbir zaman anne-kız ilişkisi olmamıştı ama babam gibi de değildi.
"Çalış Doğa. Çalışmak zorundasın annecim. Babanın ne yapacağı belli olmaz. Kötü şeyler yapmak zorunda bırakma onu. Olur mu annem?"
Usulca kafamı sallayıp anneme sıkıca sarıldım. Çalışmak zorundaydım. Okumak zorundaydım. Kendime bakmak zorundaydım. Babamdan uzak durmak zorundaydım. Hepsi zordu ama zorundaydım.
Telefonumun bildirim sesiyle kendime geldim. Yanaklarımdaki ıslaklık kendini belli ederken ister istemez gülümsedim. İlaçları içmek zorundaydım. İyi olmak istiyorsam içmeliydim. Keyfi bir şey değildi. Telefonumdan bir kez daha bildirim sesi yükselince "Tamam Nisa çıkacaksın biliyorum." diye mırıldanıp ekranımı açtım. Mesaj Nisa'dan değildi. O yazmıştı.
dogaa: sen olmasan
23k beğeni
gönderi yorumlara kapalıdır.-
sey ya karisti biraz
ŞİMDİ OKUDUĞUN
minik kırmızı'm | yarı texting
Literatura FemininaDoğa: 1 yıldır beni izliyorsun ve etrafımda hep insanları görüyorsun. Doğa: Bu seni rahatsız etmiyor mu? Doğa: Neden onlar gibi karşıma çıkmıyorsun? 0532**: Dedim ya, beni sev istiyorum. 0532**: Dış görünüşümü değil. Doğa: Seni görsem kesin aşık...