Güneşin doğuşuyla diğer günlerden farksız bir gün başlamıştı yine.
Sanırım ne zaman birinin başına olağanüstü bir durum gelecek olsa o gün, hep huzursuzca uyanmakla başlar. Bu ister bir ölüm kalım tecrübesi olsun ister ömrünüzün geri kalanını geçirmek istediğiniz insanla tanışmanız... Hepsi güneşin doğuşu, saatinizin alarmının çalışı ve o huzursuzlukla yorganın altından çıkışınızla başlar. Ne sıkıcı. Ne sıradan.
Hayatımın değiştiği gün de pek farklı değildi.
Tek kişilik yatağımda, pikenin altında, perdelerimden süzülüp bacaklarıma düşen güneş ışığına bakarak açtım gözlerimi. Bu sırada nefes egzersizlerime de başlamıştım. Ellerimi karnımın altına yerleştirerek her nefeste nasıl da şişip indiğine odaklandım. On dakika boyunca bunu tekrarladım.
Günlerden cumartesiydi ve hiçbir işim olmadığı için aslında hemen kalkmam gerekmiyordu. Ama kalkıp perdeleri sonuna kadar açtım ve gün ışığı bir anda odamın her köşesini doldurdu. Sonra pencerenin önündeki boşluğa oturup bacaklarımı toplayarak dışarıya bakmaya başladım. Adım Jung Wooyoung ve yaşadığım yeri sevmiyorum.
On yedi yaşında olup yaşadığınız yeri sevmemek tam bir ergen klişesi olsa da gerçek bu. Aslında benim hayatımın sıradan olmayan hiçbir yanı yok. Kore'den babamın işi dolayısıyla buraya geldik,sıradan... Londra'ya kısa bir gidiş geliş mesafesindeki küçük bir kasabada yaşıyorum. Burada her sabah saat tam altı buçukta, takım elbiseli erkekler düzgün bir sıra hâlinde tren istasyonuna doğru yola çıkarlar.
Eşleri ise evde kalıp çocuklarını özel okullarına göndermek üzere bir hazırlığa girişirler. Kâseler dolusu organik müsli yendikten sonra da okula gitmek üzere dört çarpı dörtlerine binerler. Burası, her evin bir ön bahçesi olan; herkesin sizi, sizin de herkesi tanıdığınız mekânlara sahip bir yerdir. Tüm ailenin başarısı, sadece çocuklarının lakros oyunundaki başarılarıyla ölçülüyormuşçasına bir dünya sosyal aktiviteye zorlandığınız bir kasabadır. Kısacası tam anlamıyla kocaman bir klişedir ve ben de bundan nefret ediyorum. Ama sanırım bu durum da oldukça tahmin edilebilir bir klişeden başka bir şey değil.
Düşüncelerim çalan cep telefonumun sesiyle bir anda bölündü. Ekrana bakıp gülümsedim. Arayan Hongjoong'du.
"Saat ne kadar erken farkında mısın? Hâlâ uyuyor olabilirdim' dedim telefonu açıp. "Kapa çeneni. Saat on buçuk oldu ve benim sana verecek haberlerim var."
"Pekâlâ, dökül o hâlde." Bacaklarımı pencerenin önünde uzattım.
"Bu geceyle ilgili. Muhteşem olacak."
Hongjoong olayları abartmaya bayılırdı. Hedefi bir gazeteci olmak olduğundan zamanının çoğunu buna hazırlanarak geçiriyordu. Arkadaş grupları arasında dedikodu transferini gerçekleştirir, en sıkıcı ev partisini bile ertesi gün ilginçleştirebilirdi. Ve elbette herkes
hakkında ansiklopedik bilgiye sahipti. Sır saklamasının fiziksel olarak imkânsız olduğunu öğrenmiş olsam da yine de onu seviyordum. Burayı ve yaşamlarımızı daha heyecanlı gösteriyordu. Monotonluğa renk katıyordu.
Bir iç çektim.
"Hongjoong alt tarafı sıradan bir konser, ne olabilir ki?" diye sordum. "Ah, hayır, dur tahmin edeyim. Yoksa arkadaşlarımızdan birinin ne uzar ne kısalır müzik grubu bir albüm anlaşması mı imzalamış?" Alaycı sesim evde yankılanıyordu. "İnanmıyorum. Bu bir
mucize!"
Güldü. "Hayır, elbette öyle bir şey olmadı." Duraksadı ve az önceki tepkimi düşünerek devam etti: "Ama bu gece yeni bir grup sahne alacak ve herkes inanılmaz olduklarını söylüyor. Grubun adı Growing Lonely. Baş gitaristin çok yakışıklı olduğunu duymuştum Ayrıca bir plak şirketi de onlarla ilgileniyormuş."
Yeniden bir iç çektim. "Cidden."
"Hongjoong, ne kadar zamandır grup konserlerine gidiyoruz seninle? İki yıl mı? Kendileriyle ilgilenen plak şirketleri olduğunu söyleyen kaç erkek grubuyla tanıştık? Ve lütfen bana söyler misin bunlardan kaçı gerçek bir anlaşma imzalayabildi? Bunun yerine hepsi büyüyüp üniversiteye giderek işletme okur ve sonrasında da babalarının şirketlerinde çalışmayacaklarmış gibi bir yıl boşluk bıraktıktan sonra, senelik 32.000 sterline orada bir işe girerler." Bacaklarımı yeniden toplayarak hızlı bir nefes aldım. "Ve orta yaşlı olduklarında da yemek partilerindeki süslü arkadaşlarına birer 'rock yıldızı' olarak geçirdikleri 'çılgın' gençliklerini anlatıp övünürler."
Şimdi iç çekme sırası Sumin'deydi. "Tanrım sen perişan bir hâldesin."
Sanki beni görecekmiş gibi telefonda omuzlarımı silktim. "Gerçekleri söylüyorum Hongjoong."
"Tamam. Neyse unutalım şu başarısız grupları. Şimdi, ben-her-şeyi-herkesten-iyi- bilirim tavrını bırak da en azından şu fit gitaristi anlatmama izin ver." Güldüm. "Buna izin verebilirim bak.'
Birkaç dakika daha konuştuktan sonra telefonu kapattığımda kendimi daha mutlu hissediyordum. Evet, belki de sosyal yaşantımın en ilginç olayı olmayacaktı. Ama yine de bir cumartesi gecesi, pizza söyleyip kötü bir film izlemekten ve pek de havalı olmayan hâlim içinde boğulmaktan çok daha eğlenceli bir şeydi. Ani bir enerji patlaması ile bacaklarımı pencerenin önünden sarkıttım ve kahvaltımı etmek için aşağı indim.
Ben mutfağa girdiğim sırada annem de çay yapıyordu. Uzun elbisesi içinde durmuş, suratını asarak mutfak dolaplarına bakıyordu. İki yıldır babamı mutfağı değiştirmek konusunda sıkıştırıyordu ama babam, mutfak dolabı kadar saçma bir şeye para harcamayı reddediyordu.
"Günaydın'' dedi annem, gözlerini dolaplardan ayırarak. "Bir fincan çay ister misin?" Dolabı açıp kendime bir kutu kahvaltılık gevrek çıkardım. "Lütfen."
Ben kâseye gevreğimi koyarken annem de bir kupa çay getirip saçlarımı okşadı. "Anne!"
"Üzgünüm tatlım."
Ben yemeye başladığım sırada o da yanıma oturmuş ellerini çay fincanı ile ısıtmaya çalışıyordu. "Peki, bugünkü büyük planınız ne bakalım?"
Yutkundum. "Sadece akşamki grup konserleri gecesine gideceğiz. Yeni bir grup çalacakmış. İyi diyorlar. Bir de oldukça fit bir gitaristleri varmış."
Annem neşelenmiş görünüyordu. "Ooo, öyle mi? Bu heyecan verici işte. Vay canına Middletown'da fit bir adam ha? Bir mucize olmalı."
"Biliyorum," dedim gözlerimi devirerek. "Ama daha ilginç şeyler de olmuştu." Annem güldü. Potansiyel âşıklar karşısında sürekli gösterdiğim bu aldırmazlık bana takıldığı konulardan biriydi. Kimsenin benim için yeterince iyi olmayacağını söyleyerek dalga geçiyordu. Ama yemin ederim ki ben öyle seçici falan değildim. Yalnızca on yedi yaşındaki çocukların hepsi iğrençti. Ve gördükleri sürekli ilgi yüzünden aşırı şişmiş bir egoya sahip olmayan pek az çocuk vardı. Benim teorime göre, erkekler on dokuz yaşında bu iğrençliklerine bir son veriyorlardı. Ve ben de şu anda, benden büyük bir çocuğu etkileyebileceğim konusunda pek emin değildim. Bu yüzden, kendi yaşımda bir erkeğin midemi bulandırmaması için iki yıl daha beklemeye hazırdım.
Annemse bu düşüncelerime katılmıyor, benim için endişeleniyordu. Aslında benim için endişe etmek onun en önemli vakit geçirme araçlarından biriydi.
Tam da bu sırada yüzü, elindeki çayın buharı altında bir anda ciddileşti. "Geçen gün Dr. Seonghwa ile olan randevun nasıl geçti?" diye sordu usulca.
Aman Tanrım, demek o sabahlardan birini daha yaşayacaktık. "İyiydi," dedim isteksizce. Kaşığımı kaldırıp yemeğe devam ettim.
"Yalnızca iyi miydi?" Ebeveynler neden bu cümleden bu kadar rahatsız olurlardı ki? "Ne hakkında konuştun?"
"Biliyorsun, her zamanki şeyler." Başını salladı. "Pekâlâ."
Müslimi çiğnemeye odaklanmış olsam da annemin yeniden konuşmaya başlamasını bekliyordum. Otuz saniyeden az sürmüştü. "Peki, her zamanki şeyler de neymiş?" Yutkundum. "Tanrı aşkına anne, bilmiyorum. Ödevlerimden falan bahsettim. O aptal nefes egzersizlerini yaptırdı yine. Bir de yeniden olursa nasıl başa çıkacağımı falan anlattı."
Yüzünde endişeli bir ifade vardı. Nefesimi tutup söylemesini bekledim. "Yani hâlâ sebebini bilmiyor, öyle mi?"
Gözleri bir anda yaşlarla dolmuştu. Lanet olsun. Bir insan kaç kez aynı konuşmay yapabilirdi ki?
"Anne," dedim yavaş ve dikkatlice. "Bu senin suçun değil. Beni yetiştirirken başansız olmadın ya da bebekken kafa üstü falan düşürmedin. Woojin'i de benimle aynı şekilde yetiştirdin ama onda böyle bir sorun ortaya çıkmadı. Bu sadece kötü şans. O kadar. Bana inanmalısın."
Başını kaldırıp bir çocuk gibi yüzüme baktı. "Gerçekten mi?" diye fısıldadı. "Dr. Seonghwa bunun kimsenin suçu olmadığını mı söyledi?"
"Elbette. Çünkü değil. Sadece benim biyolojim ve hormonlarım. Her neyse. Eminim büyüdükçe geçecek ve geriye dönüp baktığımızda bu duruma güleceğiz. Tamam mı?" Rahatlamış görünüyordu. Şimdilik. Bir sonraki hafta bu konuşmanın yeniden gündeme geleceğinden emindim. Bir sonrakinde de. Ve bir sonrakinde de.
"Tamam."
Boş fincanlarımızı alarak lavaboya götürdü. "Eğer istersen bu gece benim çantamı kullanabilirsin," dedi gülümseyerek.
"Gerçekten mi? Harika! Teşekkürler anne." Ben lafımı bitirdiğimde annem mutfaktar çıkmıştı bile.
Sorun buydu işte. Ben ne kadar mücadele edersem edeyim tam bir klişeydim. 'Zihinse sağlık sorunlarım vardı. Biliyordum. Ne orijinal, değil mi? Yaratıcılık eksikliğim yüzünden kendimden nefret etsem de maalesef durum benim kontrolümde değildi. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak beynimin para ve benzeri şeylerle meşgul olmasına gerek yoktu. Ben de onun yerine kendimi bunlarla oyalıyor gibiydim. Bir yıl kadar önce okulda coğrafya öğretmenimin kahvenin adil ticareti ile ilgili konuşmasını dinlerken, bir anda kendimi ölecek gibi hissetmiştim. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Her şey karardı ve nefes alamaz oldum. Bunların son saniyelerim olduğunu anladığımda tüm bedenime bir anda bir panik dalgası yayıldı. Sanki bir adrenalin iğnesi yemişim gibi. Bedenim delirmiş bir hâlde hava için çırpınırken, coğrafya dersinde ölmenin ne kadar da korkunç bir şey olacağını düşündüğümü hatırlıyorum.
Üstelik henüz ne yunuslarla yüzmüş ne de Büyük Kanvon'u görmüştüm. Ne bi motosiklet kullanmış ne de ölm eden önce yapılması gereken başka şeyleri yapmıştım. Ve sonra bir anda, henüz kimse tarafından sevilmeden öleceğim geldi aklıma. Kelime her ne kadar bulanık olsa da düşünebildiğim tek şey aşktı. Ve nasıl hiç âşık olamadığım. Başka bir insanın beni düşündüğünü bilerek uykuya dalm anın nasıl bir şey olduğunu hiç bilemeyecektim. Kalabalıkta ilerlemeye çalışırken birinin belime dokunarak beni yönlendirmesinin nasıl bir şey olduğunu. Ya da bir başkasının yüzünün tüm hatlarını ezbere bilip bundan sıkılmamanın ne demek olduğunu d a... Tüm bunlar hep flu kalacaktı benim için. Ve gri, sakız lekeli halının üzerine yığılırken tek düşünebildiğim, bunun ne kadar üzücü bir durum olduğuydu.
Elbette uyandım. Etrafımı saran merak dolu yüzler arasında. Tırnaklarımı geçirerek sıktığım avuçlarımın arasından akan kanlarla. O gün beni eve gönderdiler. Herkes bu durumu unutana kadar geçen o bir hafta boyunca, yoğun bir ilgi gördüğümü söyleyebilirim.
Bu olay bir kez daha tekrarlayana kadar hayatım eskisi gibi devam ediyordu. Annemle beraber marketten tampon alıyorduk. Toplum içinde böyle bir atak geçirirken yanınızda olmasından en çok utanacağınız şey de tamponlardır herhâlde. İlkinde olduğu gibi bu defa da duvarlar üzerime geliyor; kendimi boğulacak gibi hissediyordum. Tek hatırlayabildiğim buydu. Onlarca korkmuş insan çevremi sararken, ben soğuk mermer zeminde çığlıklar atıyordum. Annemse dehşete düşmüş gözlerle çaresizce elimi tutuyordu sımsıkı.
Bir süre kapısını çalmadığım doktor kalmadı. Annem aile hekimimizle tartıştığı için de tabii ki özel hastaneye gitmiştik. Yüzlerce kan tahlilini, iki 'hadiseyi' ve onlarca referansı takip eden süreçse en çılgınıydı. Büyük, beyaz bir eve götürülüp düzgün fakat sararmaya başlayan dişleriyle, sürekli gülümseyen bir adamla konuşmaya zorlandım. Sonunda bana yaşadığım bu şeyin ne olduğunu söyledi. Panik atak. Oldukça yaygındı. Modern hayatın getirdiği stresin doğal bir sonucuydu.
Ve işte bu şekilde Dr. Seonghwa ile olan haftalık randevularım da başlamış oldu. Deli doktoru, kafa doktoru ya da adına demek isterseniz. Ve iki yıldır her sabah annemin yüzündeki bu suçluluğa katlanmak zorunda kalıyorum. Bir cevap, bir sebep arıyor ve sonunda yalnızca kendini suçluyordu.
Ben yaşadığı yerden nefret eden ve bir psikiyatrik bozukluk' yaşayan, on yedi yaşında bir gencim. Ve bunu itiraf etmekten nefret etsem de tamamen sıradan biriyim. İşte tam da bu yüzden kendimden iğreniyorum.
Kâsemi musluğun altında yıkayıp, kenarlarına yapışıp kalmasın diye tüm müsliyi akıttım. Sonra da bu aptal kasabada heyecan verici yeni bir şeylerin olması için akşamı beklemeye koyuldum.
Günü konsere hazırlanmakla geçirdim. Duş aldım,cilt bakımı yaptım,saçlarımı şekillendirdim. Sıra kıyafet seçimine gelince uzun süre oyalandım sayılır aslında. Buluşma saatine çok az bir süre kalmışken siyah pantolon ve beyaz sweatimin üzerine siyah deri mont giyerek dışarı çıktım.
Arkadaşlarımla buluşmak için koşar gibi yürürken hava yeni yeni kararmaktaydı. Güneş iyice alçalmış; her yeri altın rengi bir ışık kaplamıştı. O anın büyüsüne kapılarak her şeyin ne kadar da güzel göründüğünü düşündüm. Tam zevk alıyordum ki kendime birden buradan nefret ettiğimi hatırlattım. Arkadaşlarım Hongjoong, Mingi ve Yeosang beni köşede bekliyorlardı.
"Geç kaldın!" diye bağırdı Hongjoong. Yemin ederim ömrümün yarısı seni bekleyerek geçmiştir." Güzel görünüyordu. Yeni bir kot pantolon ve siyah bir bluz giymişti. 2 senede uzattığı saçlarını karışık bir şekilde toplamış, bir dünya da göz kalemi sürmüştü.
Son birkaç adımımda iyice hızlandım. "Üzgünüm," dedim. "Bir gardırop krizi yaşadım da."
"Tamam tamam. Şu fit gitaristi bir kaçıralım da ben sana asıl kriz nasıl oluyor göstereyim."
Bu 'fit ve gitarist' sözcüklerini duyunca Mingi'nin gözleri birden parladı. Selamlamak için ona sarıldım. "Şu bizim gizemli yakışıklıyı hiç gördünüz mü?" diye sordu.
Mingi her zaman böyle maceralarla yakından ilgilenirdi. Gözlerini birine dikti mi, çoğunlukla durdurulamaz ve yenilmezdi. Mingi çevredeyken hiçbir şansım olmayacağından, birinden hoşlanmadığıma memnundum. "Yeni duydum. Ama bu sabah penceremin önünde uçan bir domuz gördüm. O yüzden kasabaya yakışıklı bir adam taşındığına eminim."
"Wooyoung" dedi. "Böyle konuşman beni üzüyor. Buralarda bir sürü yakışıklı adam var Keşke gözlerini etraftaki yüzlerce firsata açabilsen."
"Yakışıklı çocuk," diye düzelttim. "Ben herhangi bir yakışıklı adam tanıdığımızı
düşünmüyorum."
"Ah, onlarla işim bittiğinde hepsi de adam oluyor, merak etme," dedi göz kırparak.
Henüz ağzını açmamış olan Yeosang'ın koluna girdim. Akıllıydı. Mingi'yle geçirdiği zaman sonucunda denemenin bile gereksiz olduğunu öğrenmişti. "Jongho'yla işler nasıl gidiyor?"
Jongho, Yeosang'ın erkek arkadaşı sayılırdı. Kendisinden bile utangaç birini bularak kendini aşmıştı. Zamanlarının çoğu birbirlerinden özür dilemek ya da bir düğün fotoğrafına poz veren çocuklar gibi tuhaf bir şekilde el ele tutuşarak geçiyordu. Yeosang sorumun üzerine iyice kızarmıştı. "Jongho ile işler iyi" diye mırıldandı. "Geçen gün, sonunda burunlarımız tokuşmadan öpüşmeyi başardık."
Gülmeme engel olamadım. "Pekâlâ, bebek adımları ha?" Hongjoong da bir kolunu bana bir kolunu Mingi'ye atınca hepimiz yan yana olmuştuk. "Pekâlâ, hanımlar" dedi. "İçimden bir ses bu gecenin muhteşem olacağını söylüyor." "Evet, ne demezsin" diye mırıldandım.
"Kapa çeneni. Cidden, içimde bu gece bir şeyler olacağına dair bir his var. İçimde bir şeyler yanıyor sanki."
"Yanma için bir krem alabilirsin. Biliyorsun değil mi?"
Mingi'nin gözleri bir anda parladı. "Ah, evet, haklı. Sana bir krem önerebilirim. Hemen geçiriyor."
"Sessiz olun," dedi Hongjoong ve hep beraber kahkahalarla gülmeye başladık. "Bu gece bi' şeyler olacak. Hissedebiliyorum." Bir an durakladı. "Benim gazetecilik hislerim yalan söylemez." Hep beraber gözlerimizi devirdik. "Hadi şu işi bitirelim" dedim.
Hep beraber kulübe doğru yürümeye başladık.
Grup konserleri gecesi, gerçekte olduğundan çok daha heyecan verici gelirdi kulağa.
Her hafta sonu yerel grupların çaldığı, şehir merkezindeki köhne bir kulüptü aslında. Kulübün sahibi, dans pistini doldurmak için aksi takdirde boş kalırdı. grupların tüm hayranlarını ve arkadaşlarını buraya getirmeleri karşılığında, herkesin on sekiz yaş altında olmasını bile görmezden gelebilirdi. Biz de Mingi reşit olduğundan beri oraya gidiyorduk. Kulüp girişine vardığımızda hava iyice kararmıştı.
"Ah olamaz," dedi Sumin. "Sıra var. Herkes şu fit gitaristi duymuş olmalı."
Gerçekten de kulübün köşesine kadar uzanan bir sıra vardı. Heyecanlı gruplar hâlinde toplanan kızlar, sessizlik içinde çevrelerindeki diğer kadınları derecelendiriyorlardı. Dördümüz sıranın sonuna geçerken, diğerleri de bizi izliyorlardı.
Mingi sırıtarak omuzlarını daha da dikleştirdi. "Sanırım kaynak yapmalıydık"
"Gerek vok," dedi Yeosang. "Zaten hızlı ilerliyor."
Mingi alaycı bir öfkeyle ayağını birden yere vurdu. "Ama önümüzdeki tüm bu kızlar fit gitarist çocuğu benden önce görecek."
Gülümsedim. "Hadi ama. Eminim o kadar da fit değildir. Hatta son derece sıradan olduğuna ve kızların da sadece sahnede gitar çaldığı için onu böyle algıladığına eminim"
Hongjoong derin bir iç çekti. "Sadece biraz hayal kurabilir misin?" diye başladı. "Bir müzisyenle çıkmak ne güzel olurdu."
Diğer ikisi de onunla beraber iç geçirdiler.
"Büyük bir kalabalığın içinde, çevrendeki herkesin erkek arkadaşına taptığını ve onu eve götürecek kişinin sen olduğunu bir hayal etsene," dedi Mingi.
"Ya da bir aşk şarkısı söylemek için akustik gitarını çıkardığını ve şarkının aslında sana yazıldığını bildiğini düşün" diye ekledi Hongjoong.
"Ya da parlak dergilerde, seni ne kadar çok sevdiğine dair verdiği dem eçleri okuduğunu." diye ekledi Yeosang.
Sırada öne doğru ilerlerken bir kaşımı kaldırdım. "Ya da ... Her turneye gittiğinde seni aldatacağı kesin olduğu için paranoyadan midenin bulandığını düşün. Kendi özelliklerinde ve kim olduğunla değil, yalnızca birinin sevgilisi olarak anıldığını düşün. Ya da yaşlı bir adamın kocaman göbeği ve kelleşen saçlarına rağmen o hâlâ bir rock yıldızı gibi davranırken, evde oturup çocuklarına baktığını. Ya da ..."
Hepsinin öfkeli gözlerle bana baktığını anladığımda sustum.
Hongjoong hafif bir ıslık çaldı. "Vay canına Jinsik, biz niye seni buraya getirdik ki?" "Evet, keyif kaçırmakta üzerine yok," diye onayladı onu Mingi. "Biraz hayal kurmakta hiçbir sakınca yok."
İlerlemeye devam ettik. Öne yaklaşıyorduk.
"Hayal kurmakta bir sakınca yok," dedim kendimi savunurcasına. "Ama bir müzisyenle çıkmak mı? Hadi ama kızlar. Bu tam bir klişe."
Hepsi aynı anda homurdandı. "Sen takıntılısın kızım!" "Takıntılı falan değilim. Sadece grubunun adı, Büyüyen Yalnızlık demek olan, egolu bir serseri için bu kadar heyecanlı oluşunuzu anlamıyorum."
Hongjoong sırıtıyordu. "Kim bilir? Belki de inanılmaz derecede yetenekli ve aynı zamanda da bilinçlidir ve bizden birine âşık olur."
"Hongjoong. Bir romantik komedinin içinde yaşamıyoruz."
"Sence seninle arkadaş olarak bunun farkına varmamış olmam mümkün mü?" Kulübe girerken koluma girmişti.
Grubun hayranı olmaya hazırlanan kızlar mekânı normalden fazla doldurmuşlardı bu defa. Genellikle yarısı boş olan ahşap dans pisti gözleri makyajlı kızlarla dolup taşmıştı. Saatime baktım. Tam dokuz buçuktu. Grubun sahneye çıkmasına yarım saat olmasına rağmen kızlar çoktan ön sıralardan yer kapabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Çaresizlikleri öylesine keskin bir kokuya sahipti ki şişeleyip parfüm olarak satabilirdiniz. Tüm bunlara rağmen burayı seviyordum. Duvarlar canlı bir ordu ve ünlü müzisyenlerin eski siyah-beyaz fotoğraflarıyla süslenm işti. Bir zamanlar beyaz olduğu belli olan tavan, yıllarca içilen sigaradan dolayı sarımsı bir renk almıştı. Ama en çok barı seviyordum. Mekânın sahibi, gerçek bir rock'n roll ruhuyla şişede satılabilecek her şeyin böyle satılmasında ısrar etmişti. Şarabın bile. Hatta Rose şaraplar için 250 mHik öze şişeler bile üretilmişti. Biraz pis de olsa bu kulübün bir karakteri vardı ve bu da bu basmakalıp kasabada sık rastlanır bir şey değildi.
Bara geçebilmek için kızlarla kalabalığın içinden geçtik. İnsanları dirsekleye dirsekleye öne doğru ilerleyerek barm enin dikkatini çekebilmek maksadıyla eğildim. Kalabalığı ısıtm ak için hoparlörlerden yükselen metal müzik parçasının sesini bastırmaya çalışarak "Ne istiyorsun?" diye seslendi.
Parmaklarımı kaldırdım. "Dört duble rom ve diyet kola lütfen." İçerisi giderek ısındığından diğer elimle yüzümü serinletmeye çalışıyordum. "Buzlu olsun," diye ekledim.
Beklerken bir yandan da Sumin'in ortama karışmasını izledim. Bu çocuk herkesi tanıyordu. Nektar yerine dedikoduya bağımlı bir sinek kuşu gibi bir gruptan diğerine gidiyordu. Yeni grubu ve gizemli gitaristlerini sorduğundan emindim. Sumin her konuda bilgili olmaya bayılırdı. Geleceğine bu şekilde hazırlandığını söylüyordu.
Barmen bana içkileri uzattığında cebimden on beş doları çıkartıp vererek dikkatlice bardakları aldım. Kalabalığı yardım ve yeniden arkadaşlarımın yanma döndüm.
İçkilerini verirken yüksek müzikte sesimi duyurabilmek için "Pekâlâ, ne kaçırdım?" diye bağırdım.
"Teşekkürler," dedi Hongjoong bardağını alırken. "Bil bakalım ne öğrendim? San'la ilgili öyle bir dedikodu duydum ki..."
" San da kim?" diye sordum, içkimden büyük bir yudum alarak.
Hongjoong bir şeyler söyledi ama bu gürültüde ne söylediğini duyamadım. "Ne?!"
"DİYORUM Kİ SAN, ŞU FİT GİTARİSTİMİZ."
Başımı salladım. Demek adı San'dı. Daha havalı bir ismi olmamasına şaşırmıştım. Hendrix falan gibi bir şeyler hayal etmiştim oysa.
Sumin hepimize yaklaşmamızı işaret etti.
"Duydum ki..." Hongjoong dramatik bir etki yaratmak için fısıldamaya çalışmış ama sesini duyuramayacağını anlayınca, yarı bağırır bir sesle konuşmasını sürdürmüştü. "Rachel dedi ki ailesi onu evden kovduktan sonra tek başına yaşamaya başlamış."
Sanki Hongjoong inanılmaz bir şey söylemiş gibi kocaman gözleriyle, "Gerçekten mi?" diye sordu Yeosang.
Hongjoong ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Ailesine baya sıkıntı yaşatmış gibi görünüyor. Berbat bir durumdaymış. Buraya da iki yıl önce taşınmış ve depresyon tanısı konmuş,' dedi. "Ama terapi görmeyi reddediyormuş. Sonunda da kendini içkiye ve kızlara vermiş Öyle görünüyor ki gitaristimiz tam bir kadın avcısı. Tam anlamıyla bir kötü çocuk."
Ben küçümser bir hâlde gülümserken diğer ikisi heyecanlanmış görünüyorlardı. Klasik. "Her neyse, gruba katılmak ona iyi gelmiş diyorlar. Müzik onun... hastalığına iyi geliyor belli ki."
"Vay canına," dedi Yeosang. "Oldukça... acı çekmiş gibi görünüyor."
Mingi de ona katıldı. "Biliyorum. Ne zor zamanlar geçirmiş. Eminim tek istediği onu yola sokacak normal bir kız arkadaştır. Ağlayabileceği bir omuz. Güvenebileceği biri." Kızlar içlerinden onun tüm sorunlarını çözecek muhteşem kızın kendileri olduğu hayaline kapılmışken, bir süre sessizce durduk. Ne sıkıcı.
İçkilerimizi bitirdiğimizde bu defa Mingi bara gitti. Biz de konseri izleyeceğimiz noktayı tutuyorduk. İçerisi cidden kalabalıklaşmaya ve ısınmaya başlamıştı. Perçemlerimde birikmeye başlayan ince ter tabakasını hissedebiliyordum. Ne harika. Girişteki sıranın arkasında olmamıza rağmen sahneyi iyi görebileceğimiz bir yer kapmıştık. En önden birkaç sıra geride,tam ortadaydık. İnsanlar gelmeye başladıkça kendi bölgemizi korumaya çalıştık. Hongjoong içkilerimizle döndüğünde bir kez daha saatime baktım. Ona iki dakika vardı. Grup her an çıkabilirdi. İnsanlar daha iyi bir yerden izleyebilmek için birbirlerini itiyor; o sırada birkaç aptal da biralarını kalabalığın üzerine döküyordu. Kızların dikkatle yapılmış saçları bozulurken çığlıklar yükseliyordu.
İşıklar kapandı ve herkes birden bağırıp haykırmaya başladı. Sahneye çıkan grup üyelerinin gölgelerini görebiliyordum. O sırada arkadaki izleyiciler de kalabalığı öne doğru itmeye başlamışlardı.
Ayaklarım yerden kesilmiş; kaburgalarımdan tutularak yarım metre öne sürüklenmiştim. Diğerlerinin yanından ayrıldığımı fark ettiğimde vücuduma hafif bir panik dalgası yayıldı. Fakat başımı çevirince biraz arkamda duran Hongjoong'u gördüm. Heyecan içindemüziğin başlamasını bekleyerek gülümsüyordu. Ben de gülümsedim ve sahnenin ışıkları aniden yanınca, grup bembeyaz bir ışık altında göründü. Hoparlörlerden müzik yükselmeye başlamıştı...
Ve sonra nefes alamaz oldum.
Yüksek sesle çalan müzik bana tiz bir ses gibi geliyor, beynim dumanla doluyordu. Nefes almaya çalıştım ama ciğerlerime oksijen ulaşmıyordu. Dizlerimin bağı çözülürken kalabalığın beni öne ittiğini hissettim. Ayakta zor duruyordum. Terapide öğrendiğim teknikleri kullanmaya çalışırken ancak başkalarının bedenlerinden aldığım destekle ayakta duruyordum.
"Ölmeyeceksin" dedim kendi kendime. "Yalnızca bir panik atak krizi geçiriyorsun. Ölmeyeceksin."
Ama kendime inanmadım. Bu daha önce yaşadıklarımın hepsinden kötüydü. Ciğerlerim yanıyor; görüşüm giderek bulanıklaşıyordu.
"Yardım edin," diye haykırdım son bir çabayla. Birinin beni duymasını umuyordum. Ama kimse yardım etmedi. Yeniden nefes almayı denedim. Olmadı. Panik şimdi bir tsunami gibi sarmıştı tüm bedenimi.
Dışarı çıkmak zorundayım. Öleceğim.
Kalan son gücümle kalabalığın arasında ilerlerken, insanların bana bağırdığını duyuyordum hayal meyal. Arkadaşlarımı göremiyordum. Hiçbir şey göremiyordum. Her şey giderek kararıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
trigger | woosan
FanfictionYalnızca bize ait bir büyü düşün. Toprağa düşen yıldırım kadar nadir... Ama bir araya gelip aşık olduğumuzda... işte o zaman bir daha karşılaşmamak üzere ayrılmamız gerekecek sevgilim.