"Korkarım öyle dedin."
Kollarının altına sindim. "Pekâlâ, artık olan oldu. Pislemek dediğim için artık kesir bunu yapacaksın zaten. Hâlâ da söylemeye devam ediyorum. Lütfen artık eve gidip ÖLEBİLİR MİYİM?"
San beni kolunun altından çıkararak doğrulttu. "Seni henüz eve götüremem. Saat daha sekiz ve sanırım seni eve sarhoş götürürsem ailen bu durumu onaylamayacaktır." Biraz daha yürüdük. Hâlâ San'ın desteğine ihtiyaç duymama rağmen yürümek biraz daha kolaylaşmıştı.
"Peki, nereye gidiyoruz?"
"Benim evime."
Arkamı dönüp cezbedici bir şekilde geri geri yürümeye başladım. Kendime güveniyordum. Az önce üst üste kullandığım 'pislemek' kelimesi bile buğulu zihnim de giderek önemini yitiriyordu."Ne yapıyorsun?" diye sordu San.
Artık yüz yüzeydik. Geriye doğru bir adım daha attığımda neredeyse dengemi kaybediyordum. İçkinin şişirdiği egomla elini tutup onu kendime doğru çektim. "Demek senin evine gidiyoruz, öyle mi?"
"Seni ayıltmak için evet."Ona baktım. "Benden faydalanmayacaksın değil mi?" diye sordum usulca, ellerimi göğsüne koyarak. "Çünkü şu anda çok kolay etkilenebilirim."
San gözlerini kaçırdı. "Hadi ama. Dalga geçmeyi bırak."Hafifçe dudak bükerek ona doğru dikkatli bir adım attım. Kollarımı boynuna dolayıp onu usulca oradan öptüm. Hafifçe inledi.
"Dalga geçmiyorum'' diye fısıldadım. "Benden faydalanmanı istiyorum."
San oldukça yavaş bir şekilde kollarımdan kurtuldu. "Eee, benim küçük erkek arkadaşıma ne oldu?"
Omuzlarımı silktim. İnsanın karakterini içki kadar değiştiren bir şey olamazdı. Televizyonlardaki o uyarılar doğruydu. San elimi sımsıkı tutarak beni sokakta yürütmüştü. Bu sarhoş ve tabii biraz da oynak hâlimden faydalanmadığı için içimde ona minnettar olan, ayık bir parçam da vardı tabii.
Ama bu, reddedilmenin verdiği büyük utançla gölgelenmişti. Güneş batarken biz de San'ın evine doğru yürüyorduk, ben sendeliyordum diyelim. Hava giderek ağırlaşmış, yolda gördüğümüz insanlar bir fırtınanın yaklaştığım söylemeye başlamıştı. San'ın yanında yürümeye devam ettim. Surat asarak.
Konuşmadan.
Büyük meşe ağaçlarıyla çevrili kestirme bir yoldan gidiyorduk. Hava neredeyse kararmıştı ve ben artık konuşmadan daha fazla yürümeye devam edemeyeceğime karar vermiştim. San'ın elini bırakarak uzun çimenlerin arasına oturdum. San çevresine bakındı. Bağdaş kurmuş kollarımı bağlamıştım. Surat asıyordum
"Şimdi ne oldu Wooyoung?"
"Hiçbir şey."
"Buna inanacak değilim."
İç çekerek yanıma oturdu. Hâlâ biraz utandığımdan başka vone çevirdim bakışlarımı.
Bu bölgede birkaç ev vardı ama hava, biri bizi göremeyecek kadar karanlıktı. İnsanların perdelerinin arkasından süzülen turuncu bir ışık görebiliyordum. Muhtemelen yemeğe oturmuş olmalılardı. Ben de yemek yememiştim. Bu bir hataydı. Ağzım biradan fazlasıyla tatlıydı.
'"Burada bövle konuşmadan oturacak mıyız?"
"Beni itici bulan sensin." Şımarık bir çocuk gibiydim.
Yine de umurumda değildi.
"Wooyoung. Gerçekten de sarhoşken senden faydalanmadığım için bana trip attığını mı söylüyorsun?"
Beynimin ayık tarafı bir an için kontrolü almıştı. “Yani, böyle ifade edince..'' Kendi
kendime gülümsedim.
San yanıma yaklaştığında kalçalarımız neredeyse birbirine değiyordu. Elimi aldı. "Ne kadar karşı konulmaz olduğunun farkında mısın Jung Wooyoung?"
Nefesini ensemde hissedebiliyordum. Karanlıkta birden ürperdim. "Gayet iyi idare ediyor gibi görünüyorsun"
"Bir centilmen gibi davranmaya çalışıyorum. Görmüyor musun?"
"Ama kızlarlayken öyle davranmıyorsun!"
"Wooyoung. Ben seni kızları gördüğüm gibi görmüyorum. Bu yüzden bu sarhoş hamlelerine karşı koymaya çalışıyorum. Ama bu çok, çok zor bir şey. İnan bana."
Beni öpmesini o kadar çok istiyordum ki resmen fiziksel olarak acı çekiyordum. Eğilip yavaşça boynunu öptüm.
"Bunu yaptığımda bana karşı koyabiliyor musun?" Eğilip bir kez daha boynunu öptüm.
San gözlerini kapadı. "Sanırım evet." "Peki ya bunu yapsam?"
Hafifçe kulak memesini ısırdığımda derin bir nefes aldı. Yüzünü ve gözlerini
öpücük yağmuruna tuttuktan sonra dudaklarımı dudaklarına dayadım.
Dudaklarının bana karşılık verdiğini hissetsem de yeniden boynuna döndüm.
San'ın ağzı açıktı. "Tamam. Başarabilirim. Sanırım..."
"Peki ya bunu yapsam?"
Kalan tüm sarhoş öz güvenimi toplayarak onu deli gibi öptüm. Bir elim ensesinden saçlarının arasına kayıyor, diğeri tişörtünden içeri giriyordu. Elim çıplak tenine dokunduğu anda San inleyerek bir anda tüm karşı koyuşlarına son verdi. Beni sırtüstü
yatırarak deli gibi öpmeye başladı. Muhteşem bir histi. Tüm bedenim titriyordu.
Tüylerim diken diken olmuştu. Tişörtünü sıyırdım.
"Wooyoung. Burada onurlu bir davranış sergilemeye çalışıyorum" dedi beni öpmeye devam ederken.
"Umurumda değil."
Gerçekten de değildi. Hem de hiç.
Beynimdeki her mantıklı düşünce bir anda ortadan kaybolmuş, yerlerini San ve San'ın tadı almıştı. Ne tepemizde simsiyaha dönen gökyüzünü ne de tüm kuşların bir anda susmasını umursuyordum. Bedenine olabildiğince yakın olmak için yattığım yerde
ona doğru doğruluyordum. Belimde elinin soğuk dokunuşunu hissedebiliyordum. Eli
sırtımda gezinirken yavaşça gömleğimin içine girmişti...
İşler daha da ilerlemeden bir gök gürültüsü ile kendimize geldik. Şaşkınlıkla bir çığlık attım. Tam zamanında ayrılarak gökyüzünde çakan korkunç şimşekleri görmüştük.
"Neler oluyor böyle?" diye sordum.
San daha cevap veremeden, bulutlar daha fazla direnemeyerek boşalttı içindekileri.
Göz açıp kapayıncaya kadar ılık hava bir anda yerini sağanak yağmura bırakmıştı.
Anında sırılsıklam oldum. İnce pamuklu elbisem, saçlarım ve ayakkabılarım su
içindeydi. San elimden tuttu. "Hadi, içeri girmeliyiz."
Şiddetli yağmurdan korunmak için ellerimizi başımızın üzerine kaldırarak
koşuyorduk. Yağmur kaldırımlardan sekerek yol kenarındaki oluklardan hızla akıyordu.
Yağmur altında koşarken San'a olabildiğince yakın duruyordum. Bazen yağış o kadar yoğun oluyordu ki onu göremiyordum. Ancak üzerimizde şiddetle çarpan şimşekler
sayesinde onun o uzun, koyu renk siluetini görebiliyordum.
"Gelmek üzereyiz," diye bağırdı. Sesi yağmur tarafından bastırılıyordu.
Yağmur azalacak gibi durmuyordu. Daha önce hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım. Bir kasırga gibiydi. Her gök gürültüsü o kadar şiddetliydi ki kemiklerim bile bir çeşit kıyamet korkusuyla titriyordu. Korkmuştum. Tüm fırtına tam üzerimizde
gerçekleşiyordu. Ve ben, bir anda bir şimşeğin ıslak toprağa değerek tüm ölümcül gücünü o anda üzerinde yürüdüğüm üz kaldırıma aktardığını hayal ettim. Sonra gözümün önüne başka bir görüntü geldi. San'ın evinin önündeydik. Bir anda içimi
büyük bir rahatlama duygusu kapladı. San anında anahtarını kilide sokarak kapıyı açtı ve beni apartmanın girişine sokarak kapıyı hemen arkamızdan kapattı.
İçerisi çok daha sessizdi. Sessizce durup fırtınanın Middletown'u hırpalayışını
dinledik. Bir rüzgâr, ağaçları anormal şekillerde büküyordu. Çer çöp dolu akıntı yoldan aşağı sürükleniyor, su seviyeleri yükseliyordu. Yoldaki çamurlu su neredeyse kaldırım
seviyesine gelmişti. Devasa miktarda yağmur suyunu taşıyabilmek için uğraşan yoldaki tahliye kanallarının çağıltısını duyabiliyorduk.
San elimi tuttu.
"Hadi gel. Kurumamız lazım."
Dairesine girdik. Oturma odasında dişlerimi birbirine vura vura duruyordum. Banyoya girerek elinde iki pofuduk beyaz havluyla çıktı. "Al bakalım," dedi birini bana uzatarak. "Kendini olabildiğince kurulamaya çalış ama ısınmak için bir duş alman da gerekebilir."
Havluyu minnettar bir şekilde alarak hızla kurulandım. Kıyafetlerim sırılsıklam olmuştu.
Gömleğimin eteklerini sıktığımda yere resmen su akmıştı.
"Sanırım şu duş teklifini kabul etmem gerekecek.'
San şüpheli bir şekilde kaşlarım kaldırdı ama yağmur beni zaten tamamen ayıltmıştı. "Kendi başıma" diye ekledim.
Sırıtarak omuz silkti. "Ben bir şey demedim"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
trigger | woosan
FanfictionYalnızca bize ait bir büyü düşün. Toprağa düşen yıldırım kadar nadir... Ama bir araya gelip aşık olduğumuzda... işte o zaman bir daha karşılaşmamak üzere ayrılmamız gerekecek sevgilim.