Boğazım düğümlendi, kalp krizi geçirdiğimi sandım. Baygınlık hissi tüm gücüylebedenimi sarmıştı. Deneyip kendimi sakinleştirebilmek için biramdan bir yudum aldım. Büyük bir hataydı. Sıvı yanlış boruya kaçmıştı. Gözlerim yerinden fırlayarak öksürmeye başladım. Sonra sırtımda ani bir yanma hissettim. Biri sırtıma vuruyordu. Kim olduğuna bakmasam da en kötüsünden korkuyordum. San'ın eli sırtıma her değdiğinde, incecik atletimden geçerek tenimi yakıyordu. Dört büyük darbeden sonra yeniden nefes almaya başlamıştım. Nihayet nefes alabilip kendimi toparladığımda gözlerimden yaşlar akıyordu.
Zarar kontrolü yapmak için yavaşça başımı kaldırdım.
Karşımda bir sürü şaşkın yüz vardı. Grubun solistini ve basçıyla davulcu olduğunudüşündüğüm diğer iki çocuğu gördüm. Hongjoong ve Yeosang'ın yüzünde 'Neler oluyor böyle?' bakışı vardı. Mingi ise yeniden böyle bir şov yapıp kendimi küçük düşürdüğüm için kahkahalarla gülüyordu.
Ve işte orada, önümde diz çökmüş yüzünde kocaman bir sırıtışla duran San. "Vay canına Wooyoung." dedi sakince. "Bir erkeği nasıl cezbedeceğini iyi biliyorsun değil mi?" Cebinden bir mendil çıkartıp "Al bakalım" diyerek bana uzattı. "Maskaran akmış'' Utanarak mendili elinden kaptım ve gözlerimin çevresini sildim. "Teşekkürler" dedim. "Ama cidden San, hangi erkek yanında mendil taşır? Nesin sen? Bir Enid Blytohikâyesi kahramanı falan mı?" Onun dışında herkes güldü. "Daha kötü yapıyorsun" dedi. "Tüm makyajını yüzüne bulaştırdın. Ah canım, yoksa sadece benim için mi makyaj yapmıştın?"
Kaşlarımı çattım. "Ancak rüyanda görürsün."
Bir an kırılmış gibi baksa da sonra ayağa kalkıp arkadaşlarına eliyle beni işaret etti. "Çocuklar, boğulan bu muhteşem kişi Wooyoung." Hâlâ dehşet hâlinde el salladım."Ve bunlar da" diye devam etti. "Mingi,Yeosang ve Hongjoong."
Hongjoong delice el sallarken Yeosang sessiz bir selam vermiş; Mingi de havalı bir şekilde parmaklarıyla onları selamlamıştı. Tanrım dünya ne adaletsizdi. Hepimiz oturduk. Ben adının Leehan olduğunu söyleyen solist çocuğun yanındaydım. "Demek şarkı söylüyorsun, öyle mi?" diye sordum. Biramdan yeni bir yudum almış, bu defa boğulmamıştım. "Neden? Bir enstrüman çalamıyor muydun?"
"Vay" dedi ama güldü. "Benim enstrümanım sesim." Alnımı buruşturdum. "Bayağı kendini beğenmiş bir laf oldu, değil mi?" Endişeli görünüyordu. Mavi gözleri yüzümü samimi bir endişeyle inceliyordu. Çok şükür ki Leehan da tüm baş solistlerin ortak sorunu olan, normal hayatta utangaç ve güvensiz olma sorununu yaşıyordu. Kendimle dalga geçerek onu rahatlatacağımı düşünerek "Sadece müzikal anlamda disleksik olduğum gerçeğini gizlemeye çalışıyorum." dedim.
"Yani bir şey çalamıyor musun?"
"Küçükken çaldığım blok flüt sayılır mı?Peki, sizin grubun örnek aldığı müzisyenler kim?"
Hevesli konuşmalarına kendimi teslim ederek The Smiths, The Libertines ve The Claskelimelerini her duyduğumda başımı salladım.
Ben gülümseyip başımı sallarken çevremde olan bitenleri de izlemeye çalışıyordum. Mingi hiç de şaşırmadığım bir şekilde San ve basçının arasına oturmuştu. Yeniden tam bir baştan çıkarma moduna girmiş; adının Will olduğunu düşündüğüm basçıya göz süzmeye başlamıştı. Sırtını bilerek San'a çevirerek aynı anda hem nasıl bir fırsat olduğunu hem de onunla artık ilgilenmediğini göstermeye çalışıyordu. Hongjoong da davulcu Jack'le ikisinin de okuduğu politik bir biyografi üzerine sohbet ediyordu. Ona art arda sorular sorarak çocuğun her cümlesine itiraz ediyordu. Yine de anlaşıyor gibi görünüyorlardı. Yeosang da dikkatle Mingi'nin flört eder konuşmalarını dinliyor, en ufacık komik yorumuna bile iyi bir arkadaş gibi kahkahalarla gülüyordu. Ve San, şey aslında henüz kendimde San'a bakma cesaretini bulamamıştım. Şu ana kadar... Bundan anında pişman oldum.
Bakışlarımı ona çevirdiğim anda içgüdüsel olarak bana bakmıştı. Göğsüm sıkıştı. Bakışlarını gözlerimden kaçırmıyor, gözleri gözlerimi inceliyordu. Yüzünde en ufak bir gülümseme yoktu. Nefes bile alamadan aramızdaki her neyse o anda yaşanmasına izin verdim. Her zerrem daha önce hiç yaşamadığım şekilde onu arzuluyordu. Masanın üzerinden atlayıp yüzünü ellerimin arasına alarak dudaklarının tadına bakmak istiyordum. Bir hayvan gibi. Korkutucu derecede baskın bir duyguydu ve onun da aynı şekilde hissettiğini görebiliyordum. Ellerini masanın kurumuş ahşabına geçirmişti. Sanki... aç gibi görünüyordu. Hep burun kıvırdığım o aşk romanlarının yazarları, tembel oldukları için o kadar süslü bir dil kullanmıyorlardı. Meğer tüm bu klişeler gerçekti. Onu bir solukta yiyip bitirmek, kıyafetlerini yırtmak, onu tüketmek, yüksek sesle okuyup kahkahalarla güldüğüm tüm o şeyleri yapmak istiyordum. Beynimin minicik bir kısmı kontrolü ele geçirmemi söylese de bedenimdeki bu duygusal yüklenme karşısında, her mantık parçası güçsüz kalırdı.
"Wooyoung?" dediğini duydum birinin. O muydu? Değildi.
Gözlerini yere indirdi. Anımız bitmişti. "Wooyoung?"
"Hı?" dedim birden gerçekliğe dönerek. Konuşan Leehan'dı.
Konuşmasını bitirmişti ve belli ki ben fark etmemiştim. Sanki dikkatimi çekecek kadar ilginç olmadığını bildiğinden, üzgün bir ifade belirmişti yüzünde. Kendimi suçlu hissetmiştim.
"Ben sadece diyordum ki..." dedi elleriyle oynayarak.
Konuşmasını bitirmişti ve belli ki ben fark etmemiştim. Sanki dikkatimi çekecek kadar ilginç olmadığını bildiğinden, üzgün bir ifade belirmişti yüzünde. Kendimi suçlu hissetmiştim.
"...Ben sadece diyordum ki..."dedi elleriyle oynayarak.
" ... ben en sevdiğin grubun hangisi olduğunu merak etmiştim"
"Ah" dedim hemen bir cevap bulmak için düşünerek. Ama beynim oksijensizlikten düşünemiyordu. Bir şeyler mırıldanmaya başladım.
Birden, "The Beatles" dediğimi duydum. Garanti cevaptı. Kimse The Beatles'a laf edemezdi.
"Gerçekten mi?" dedi Leehan. "Pekâlâ, The Beatles'a laf söylenmez."
Aynen.
San'ın bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyordum ve midem bulanmaya başlamıştı. Ondan uzaklaşmalıydım. Kriptonite gibi bir şeydi. Ona dayanamıyordum. Ayağa kalkar kalkmaz bacaklarımın çözüldüğünü hissettim. Destek almak için elinden tutarak "Şey bana müsaade eder m isin?" diye sordum Leehan'a. Bu fiziksel teması nasıl yorumlayacağını umursamıyordum.
"Tabii."
"Sadece bir... şey ... içki daha..." Sonra her şey karardı.
Gözlerimi açmadan önce kendime gelmiştim. "O iyi mi?" diye sordu biri. Belki davulcuydu.
"İyi." Bu Hongjoong'un sesiydi. "Sanırım sıcaktan bunaldı." Olanları bir anda fark ettim.Utanç tüm bedenime yayılırken yüzüm kızarmaya başlamıştı.
"Hâlâ kendinde değil. Ambulans falan mı çağırsak?" Gözlerimi açmıyordum. Böylece olan biten gerçek değilmiş gibi davranabilirdim.
"Onu gıdıklayalım"dediğini duydum San'ın.
Bunu yapmazdı, değil ini?
"San gerçekten onu gıdıklayacak mısın?"
"Evet."
Bana bir daha dokunursa bunu kaldıramayacağımı biliyordum. O yüzden içimden ona lanetler okuyarak isteksizce gözlerimi açtım ve sahnenin odağı oldum.
"Bakın. Uyandı."
Sırtüstü yatıyordum. Güneşe karşı gözlerimi kısarak baktığımda hepsinin yüz ifadesini görebilmiştim. Leehan, Will ve Jack tam anlamıyla dehşete düşmüş ama bunu saklamaya çalışıyorlardı. Sanki kızlar sürekli bayılırmış gibi davranıyorlardı. Junmin da dâhil kızlarsa oldukça endişeliydi. Gülen tek kişi San'dı. Ona kızgın bir bakış attım.
"Uyan uyan" dedi. "Aramıza katılman ne hoş." Doğrulmaya çalıştım. Yanlış hamle. Herşey yeniden bulanıklaştı ve ben, bilincimi kaybetmemeye çalıştım.
Dizlerinin üzerine çöküp ağırlığımı ona vermemi sağlayarak "Dikkatli ol" dedi Hongjoong. "Hadi bayanlar tuvaletine gidip sana çeki düzen verelim."
Yüzüm yanıyordu. Aptal bedenimden ve kötü alışkanlıklarından nefret ediyordum.
"Üzgünüm" dedim sendeleyerek. "Sanırım çok bunaldım. Yeterince su da içmeyince..." Hongjoong'a dayandım. Mingi ve Yeosang da yanımızda beni tuvalete götürdü. “ Çocuklar birer içki daha söyler misiniz? İşimiz çok sürmez" diye seslendi arkasından. Sendeleyerek tuvalete girdiğimizde Hongjoong oturmam için bir klozet örtüsü serdi. Yüzümü ellerimin arasına almış, bu kâbustan bir an önce uyanmayı dileyerek öylece oturdum. Kendimi çıplak gibi hissediyordum.
Nefes egzersizlerimi yaparken giderek güçlendiğimi hissediyordum. Tuvaletler inanılmayacak kadar lüks ve konforluydu. Standart tuvalet lavaboları yerine bir çeşme gibi su akıtan, çanak şeklinde tekli bir lavabo vardı. Buranın duvarları da mekânın içi gibi mor renge boyanmış; devasa altın varaklı aynalarla dekore edilmişti. Tuvaletin içinde en az altı yerde yansımamı görebiliyordum.
Görüntüm tam bir felaketti.
Kendimi toparladığım da arkadaşlarıma baktım. "Pekâlâ, bu da nereden çıktı?" diye sordu Sumin. "Üzgünüm" dedim bakışlarım yerde. "Bir haftada bu ikinci."
"Ne oldu?" diye sordu Mingi nazikçe. Onun burada, ilgili arkadaş rolünü oynamasını komik buluyordum. Muhtemelen Will'i bu (sahte) vefalı arkadaş tavırlarıyla etkilemekistiyordu.
"Bilmiyorum" diye cevapladım dürüstçe.
"Bir başka panik atak krizi miydi?" diye sordu Yeosang. "Konserde böyle olmamıştın. Bu defa yalnızca normal bir insan gibi bayıldın."
Normal kelimesi beni bir an ürpertmişti.
"Hayır" diye cevapladım. "Bunun panik atak olduğunu sanmıyorum."
'Peki, o zaman neydi?"
Aklıma bir fikir gelmişti ama ağzımdan çıkan kelimelerin beni bir aptal gibi göstereceğinden emindim. Yine de denemeye karar verdim.
"Bilmiyorum ... sorun San... sanki ona alerjim varmış gibi hissediyorum ... Yani, ne zaman onun yakınlarında olsam kendimi sanki... tehlikede gibi... Hayır, hayır bu çok aptalca, üzgünüm ... Bilmiyorum."
Arkadaşlarım akılları karışmış bir hâlde bana bakıyorlardı.
"San'a alerjin mi var?" Sumin oldukça şüpheliydi. Yarım bir gülümseme takındım. "Hayır. Yalnızca saçmalıyorum işte."
"Aslında bu onu iki görüşünde de oldu" dedi Yeosang. "Belki de tıraş losyonundan falandır ha, ne dersin? Doktorun, bu tip olayları tetikleyebilecek bir alerjin olduğundan bahsetmişmiydi?" Başımı salladım.
"Hayır. Bu sadece tesadüf. Unutun gitsin."
Bana bir tesadüf gibi gelmiyordu bu durum. Ama böyle konuştuğumda bir deli gibi göründüğümün de farkındaydım. Hepsinin bana bakmasından hoşlanmıyordum. Sadece normale dönmek istiyordum.
"Ben iyiyim" dedim. "Siz dönün. Yüzüme çeki düzen verip beş dakika içinde yanınıza gelirim."
Hongjoong elini omzuma koydu. "İyi olduğundan emin misin?"
"Kesinlikle."
"Pekâlâ, eğer beş dakika içinde çıkmazsan seni kontrole geleceğim"
" Ben iyiyim. Sadece birazcık... yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Onlar tuvaletten çıkarak beni bu süslü yerde tek başıma bıraktılar.
Ayağa kalkıp bir aynaya gittim. Yansımama dikkatlice baktığım da yüzüm asıldı. Hiç de iyi görünmüyordum. Resmen bir harabeydi karşımda dikilip bana bakan. Gözlerimin altı birikmiş güneş kremleri doluydu ve alnım da terle kaplanmıştı.
Elimi suyla ıslattım ve saçlarimı şekillendiremeye çalıştım. Biraz tuvalet kâğıdı kullanarak göz altlarımı sildim ve dudaklarıma biraz nemlendirici sürdüm.
Aynada yeniden görüntümü inceledim. Pekâlâ, birazcık daha iyiydi. Oraya geri dönmek utanç verici olacaktı. En azından böylece San'ı kendimden uzaklaştıracaktım. Böylesine bir performansın ardından benden hoşlanmaya devam etmesi imkânsızdı. Böylesi herkes için daha iyiydi. Hem plan başından beri böyleydi zaten, değil mi? Ona âşık olmayacak, onun kalbimi kırmasına izin vermeyecektim... Mantıklı düşünme bunu gerektirirdi. Hatta o kadar mantıklı olmayan, daha iç güdüsel bir his de bana bir şekilde onun beni inciteceğini söylüyordu.
Derin bir nefes aldım ve susuz kaldığım için bayıldığıma dair uydurduğum hikâyeyi kafamda tekrarlayarak tuvalet kapısından çıktım.
San dışarıda bekliyordu. Bu ani karşılaşma bir anda afallamama neden olmuştu.Onu görmek, allak bullak olmak demekti.
"Üzgünüm" dedi. "Seni korkutmak istememiştim."
Duvara yaslanırken muhteşem görünüyordu. Gözleri endişeli, dudakları gergindi. Ne kadar zor da olsa yapmam gerekeni biliyordum. Şimdiden çılgınca davranmaya başlamıştım ve onunla tanışalı daha sadece birkaç gün olmuştu.
"Önemli değil" dedim, saçımın ön tarafıyla oynayarak. "Senin için endişelendim."
Yüzüne bakmadım. Yeniden bayılmayacağımdan emin değildim. "Endişelenmemelisin. Ben iyiyim."
"Wooyoung konuşabilir miyiz?" Parmaklarını birden parmaklarıma geçirerek elimi tuttu. Dokunuşu beni alev alev yaksa da elimi bir türlü geri çekemiyordum. "Ne hakkında?" Anlamaz görünmeye çalışarak omuzlarımı silkmiştim. "Oldukça açık değil mi?" diye sordu sesinde hafif bir kızgınlıkla. "Bizim hakkımızda konuşabilir miyiz?"
Bir şeyler geveledim. "Ne?"
"Dedim ki biz diye bir şey yok. Seninle yeni tanıştık."
Elimi daha da sıkı tuttu. "Aptallık etme. Aramızda bir şeyler olduğunu sen de
hissediyor olmalısın. Bu beni çılgına çeviriyor. Seni düşünmeden duramıyorum ve daha seni tanımıyorum bile. Bu çılgınca. Az önce, dışarıda, bana baktığın anda resmen patlayacağımı zannettim. Bunu senin de hissettiğini biliyorum." Yüzümde herhangi bir tepki görebilmek için dikkatlice inceliyordu. "Bu yüzden bayıldın, öyle değil mi? Bu duyguyla başa çıkamadın."
Az önce söylediklerini mantıklı bir şekilde analiz edebilmek için durup düşündüm. Resmen titriyordum. Öyle mutluydum ki çığlıklar atarak koşmak istiyordum. Benden hoşlanıyordu! Beni düşünmeden edemiyordu! Beni. Basit ve şüpheci bir erkek olan beni.Ama beynimin mantıklı tarafı bu duyguları görmezden gelmem için çığlık çığlığa bağırıyordu. O canını yakacak. Senden sıkılacak. Ve en önemlisi... burada bir şeyler yanlış gidiyor. Bu çocuk seni hasta ediyor.
Vücudumdaki her kemiğin, her hücresindeki her içgüdüyü görmezden gelerek serin kanlı bir ton tutturdum sesimde. "Güzel tavlama cümlesi" dedim. "Eminim kızlarda da kullanıyorsundur."
Yüzü, yalnızca acı olarak tanımlayabileceğim bir ifadeye büründü. "Dalga geçiyor olmalısın?"
"Gerçekten buna kanacak kadar aptal olduğumumu düşündün ?" diye sordum daha da sert bir sesle. "Ben senin hayranlarından biri değilim, biliyorsun değil mi?" Güzel yüzündeki acı yerini bir anda öfkeye bıraktı. "Elbette biliyorum," dedi neredeyse haykırarak. "Sen de bunun bir tavlama cümlesi olmadığını biliyorsun. Senin de hissettiğini biliyorum. Sadece korkuyorsun. Bu aramızdaki şey neyse ondan korkuyorsun."
Kendi sesimden nefret ederek bir kahkaha attım. "Tanrım, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Annemin aşk romanlarından fırlamış bir karakter gibi konuşuyorsun." Şimdi utanma sırası ondaydı. Kızardı; acı çektiği yüzünün her yanından belli oluyordu. Kendimi korkunç hissettim. Bomboş. Ama içimden bir ses bana bunun doğru hareket olduğunu söylüyordu. Kendimi korumalıydım. Bu aramızdaki şeyden ya da karşımdaki çocuktan. Saklanalıydım.
"Seni gözümde gereğinden fazla büyütmüşüm"dedi. "Sen hiç de sandığım gibi bir insan değilmişsin." Sözcükleri kalbime bir hançer gibi saplanmıştı. Elini elimden çekti. O el olmadan bir anda elimin donduğunu hissettim.
Buna dayanamazdım. Yüzündeki hayranlık öyle çabuk nefrete dönmüştü ki onuşimdiden geri istiyordum. Bana sevgi göstermemesi canımı yakıyordu. Az önce yaptığım şeyi geri alabilmeyi umarak "Bak," dedim yalvarırcasına. "Sana kötü biri gibi davrandığımı biliyorum ve bunun için üzgünüm."
Bakışlarını yeniden bana çevirdi.
"Sadece... Ben ikimizin birbirimiz için uygun olduğumuzu düşünmüyorum. Daha yeni tanıştık ve şimdiden kavga ediyoruz."
"Kendine yalan söylüyorsun." "Söylemiyorum."
"Evet söylüyorsun. Ve bunu da biliyorsun."
Bunu bitirmeliydim. Söylediği her şey doğruydu ama ona âşık olamazdım. Ona teslim olmak incinmek demekti. Bunu biliyordum nedense. Bedenim birbiriyle çelişen içgüdülerle doluydu; arzu ve tehlike. Ama şu anda incinmeyi göze alamaz; bununla baş edemezdim. Bu riske değmezdi. Yeniden soğuk sesimi takındım. "San, senden hoşlanmadığım gerçeğini kabullenmek zorundasın." Etkili olabilmek için bağırmıştım. "Eminim başına daha önce böyle bir şey gelmemiştir ama bununla başa çıkmayı öğreneceksin."
Bir adım gerileyerek yüzünde iğrenen bir ifade ile benden uzaklaştı. "Haklısın" dedi. "Sen kötü biriymişsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
trigger | woosan
FanfictionYalnızca bize ait bir büyü düşün. Toprağa düşen yıldırım kadar nadir... Ama bir araya gelip aşık olduğumuzda... işte o zaman bir daha karşılaşmamak üzere ayrılmamız gerekecek sevgilim.