Pekâlâ, bu bugün beni neden aramadığını açıklıyordu. Şimdi işler daha da korkutucu olmuştu gerçi. Zengin bir kızın benden nefret etmesini istemiyordum. Bu arada San da başka birini sevdiğini söylemişti. Bu beni seviyor mu demek oluyordu? Daha birbirimizi tanımıyorduk bile.
Aklımın her bir zerresini dolduran San'ın düşüncesiyle, olduğum yerde hayallere dalarak havanın kararmasını izledim.
Ertesi sabah oldukça aksi uyandım.
Telefonum çalmamıştı. Havadan sudan bir mesaj bile almamıştım. Nefes egzersizlerimi atlayarak yataktan fırladım ve bu keyifsiz hâlimle karşıma çıkan her şeyden sinirimi çıkardım. Dişlerimi sertçe fırçalayıp portakal suyumu olabildiğince agresif bir şekilde doldurdum ve yatak odamın kapısını bir tekme atarak kapattım.
Öfkeyle üzerimi giyindim. Dışarıda sıcaklık bir kez daha, mevsim normallerinin üzerinde olmasına rağmen siyah tişörtümü ve yeni aldığım siyah kargo pantolonumu geçirdim üzerime. Okul kurallarının elverdiği kadar göz kalemini de gözlerime sürdükten sonra saçlarımı cute boy tarzına göre taradım. Aynada kendime baktığımda oldukça iyi göründüğümü fark ettim. Cute boy tarzı bana oldukça yakışıyormuş be! Şaşırdım doğrusu. Yine de simsiyah giyinmek öfkemi yatıştırmamıştı ve ben hızla araç yoluna çıktığımda hâlâ San'a büyük bir düşmanlık besliyordum. "Erkeklerden nefret ediyorum" diye söylendim. "Çok aptalsın. Onun gerçekten farklı olacağını mı düşündün?"
Sonra birden içimdeki öfke yerini bir başka düşünceye bıraktı: Ama Portia'ya başka birini sevdiğini söylemiş. Sevdiğim. Bu da demek oluyor ki...
Bir omzumda şeytan diğerinde bir melek vardı sanki. Ben bu iki hayali benliğimle kavga etmekle o kadar meşguldüm ki San'ın bir ağacın arkasından çıktığım göremedim.
"Hey Woo."
Gerçek olamayacak kadar yakışıklı görünüyordu. Siyah tişörtü, aman Tanrım, şimdiden kıyafetlerimiz birbirine uyumluydu. Koyu renk kot pantolonu... O muhteşem başının
üzere rastgele takmış gibi görünen güneş gözlükleri.
"Sana yaşadığım yeri söylersem beni takip edeceğini biliyordum"
Bir şaka olmalıydı ama tüm sabah içimde biriktirdiğim öfke maalesef sıktığım dişlerimin arasından kayıp kendini belli etmişti. San şaşkın görünmüyordu. "Dün aramadığım için özür dilerim."
Sessizliği bozmadım. "Çözmem gereken işler vardı."
Omuzlarımı silktim. "Mühim değil. Zaten fark etmemiştim. Benim de yapacaklarım vardı."
Elimi tutar tutmaz ne kadar sinir bozucu olsa da eridiğimi hissettim.
"Aramadığım için gerçekten çok üzgünüm" diye tekrarladı yeniden. Gözlerine bakmamı sağlamaya çalışıyordu.
"Ben senin düşündüğün gibi kızları arayacağım deyip de aramayan biri değilim."
Daha şimdiden beni nasıl bu kadar iyi tanıyabiliyordu?
Bir kez daha omuz silktim. Kalbiniz dakikada on bin atarken oldukça yararlı bir iletişim diliydi bu.
San dudaklarını sarkıttığı anda onu affettiğimi biliyordum. En azından bu seferlik.
"Affedildin mi?" diye sordu bebeksi bir sesle.
Yüzümü buruşturdum. "Bir daha böyle konuşmamaya ya da bu surat ifadesini yapmamaya söz verirsen affedildin."
San gülüp hem en kolunu bedenime sardı. Yürümeye başladık.
"Eee, neden buradasın?"
"Muhteşem güzellikteki erkek arkadaşıma okula kadar eşlik etmek istemem suç mu?" Vay canına. İçimde bir çeşit atom bombası patlarken ben hiçbir şey belli etmemeye çalışıyordum.
Ben güzel miydim? Ben, onun erkek arkadaşı mı olmuştum? "Yani şimdi erkek arkadaşın mı oldum?" diye sordum. Bunu yaparken aldırmaz bir tavır takınabildiğim için kendimle gurur duyuyordum. San'ın hevesi kırılmamış, yürümeye devam ediyordu. "Evet. Üzgünüm ama bu konuda sana söz hakkı vermeyeceğim."
"Pekâlâ, bu pek de adil görünmüyor." "Erkek arkadaşım olmak istiyor musun?"
Bu soruyu sorarken endişeli görünmüyordu. Ukala serseri. "Ya Portia? O senin kız arkadaşın değil miydi?"
San bir an gerilince bu durumdan keyif almaya başladım"O konuya girmek zorunda mıyız?"
"Neden?" diye sordum masumca. "Ne oldu ki?"
"Hallettim. Sen onu düşünme."
"Jack'in davulu ne durumda?"
"Tanrı aşkına, sen bunu nereden biliyorsun?" diye sordu gülerek. "En yakın arkadaşım Middletown'un Sherlock Holmes'üdür."
"Hongjoong," dedi başını sallayarak.
"Kötü müydü?" Artık arka sokaklara ulaşmıştık ve trafiğin sesi giderek azalıyordu. San huzursuzlandı. "Harika olduğu söylenemez. Kendimi tam bir pislik gibi hissettim."
Öyle de davranmıştı. Yetişen ağaçlara bakarak kolu belimde yürümeye devam ettim. Dalların arasındaki boşluklardan süzülen ışık üzerimize düşüyordu. "Seni rahatlatmak isterdim ama cidden biraz pislik gibi davrandın."
"Biliyorum."
Rahatsız bir sessizlik oldu. Aramızın bir muhteşem, bir böylesine gergin olmasından nefret ediyordum. Çözemediğimiz ve iyi mi kötü mü olduğunu bilmediğimiz bir şeye kapılmak üzere olduğumuzu hissediyordum. Ama San'a ve o güzel yüzüne düşen ışığa baktığımda midemde kelebekler uçmaya başladı. Ve bunun iyi bir şey olduğuna karar verdim. En azından şimdilik.
Tuhaf sessizlik geçince bedeninin bana bu kadar yakın duşunun keyfini çıkarmaya başladım. Yol hemencecik bitmiş; okula ve tabii İngilizce dersime sadece beş dakika kalmıştı.
San kolunu dikkatlice çekti. "Üzgünüm," dedi. "Umduğumdan daha karamsar bir yürüyüş oldu."
Gülümsemeye çalıştım.
"Sadece şu Portia konusunda kendimi suçlu hissediyorum. Bir insanı böyle kullanabildiğime inanamıyorum. Sadece senin duygularını anlamanı o kadar çaresizce istiyordum ki."
Hongjoong'un söylediklerim düşündüm. "Pekâlâ, faydası olur mu bilmiyorum ama sonuçta Azize Theresa'mn üzerine pislemiş falan değilsin. Duyduğuma göre Portia da pek iyi bi insan sayılmazmış."
San başıyla onayladıktan hemen sonra kafasını iki yana salladı. "Yine de doğru bir şey değildi."
"Ama o da davulu parçaladı. Bu ödeşmiş olduğunuz anlamına gelmez mi?" Güldü. "Evet, davulu paramparça etti. Çok çılgın bir sahneydi."
Görüntü gözümün önüne gelince ben de güldüm. "Okuldan sonra boş musun?" Yüreğim ezildi. Dr. Seonghwa. Başımı hayır anlamında salladım. "Hayır. En azından okuldan hemen sonra değilim. Bir işim var."
"Kulağa pek hayırlı bir şey gibi gelmiyor."
Yüzüne bakmadan cevap verdim: "Açıklaması güç." Saate bakmak için cep telefonumu çıkardım. Geç kalıyordum. Yine. San suratımı astığımı hemen fark etmişti "Derse mi yetişmelisin?"
"Maalesef."
"Peki, şu özel işinden sonra ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey. Neden?"
San bir eliyle tişörtüme yapışan bir iplik parçasını alırken, "Şey düşündüm de belkibenim evime gelip ne bileyim, takılmak istersin. Ne dersin?"
San'ın namını hatırlayıp yutkundum. 'Takılmak' derken tam olarak ne demek istiyordu?
Ne talep ediyor, ne bekliyordu?
Hızlanan nefesimi yatıştırmaya çalışarak yavaşça başımla onayladım. Tavsiyeye ihtiyacım vardı. Ah olamaz. Hongjoong'a anlatmak zorunda kalacaktım. Ama dayanılmaz birine dönecekti.
"Bu bir evet mi?" diye sordu merakla. Yeniden başımı salladım.
"Pekâlâ. O hâlde saat beş civarı seni evden alsam nasıl olur?" Elimi avucuna alıp sımsıkı tuttu. Sonra ben daha ne olduğunu anlayamadan arkasını dönüp uzaklaştı. O gece yaşanacakların düşüncesiyle titreye titreye İngilizce sınıfına attım kendimi. Bir parçam yeniden cumartesi sabahına dönmek istiyordu. San'ı zihnimden çıkarmış ve o sıkıcı ama bir o kadar da stressiz hayatıma geri dönmeyi başarmıştım. Sonra hemen ertesi gün, bir çifti ayırmış; bir erkek arkadaş sahibi olmuş ve şimdiden onunla yatmamı bekleyip beklemediğini düşünür olmuştum.
Ayaklarımı sürüye sürüye sıralar arasında ilerledikten sonra, Jungwon'un selamını bile duymadan yerime çöktüm. Başımı ellerimin arasına alarak nefesimi düzenlemeye çalıştım. Ama hızlı ve kısa soluklar şeklindeydi. "Wii iyi misin?" diye sordu Yeonjun.
Cevap veremedim. Nefes alamıyordum. Bir tane bile. Burada olmuyordu. "Dizginleri ele al," dedim kendi kendime ve gözlerimi sıkıca kapayarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Onunla yatmak zorunda değilsin. Daha yeni birlikte olmaya başladınız. Eğer bunu bekliyorsa ona sadece 'hayır' de. Sorun çıkarırsa da onu öldür.
Biraz işe yaramaya başlamıştı. Nefes alış verişlerimin rahatladığını hissediyordum. Bayan Gretching'in anlattıklarını duymaya başlamıştım. Sesi giderek yükseliyor ve netleşiyordu.
Henüz onunla yatmak zorunda değilsin, diye tekrarladım beynimde. Ve yavaşça başımı kaldırıp Yeonjun'un endişeli bakışlarıyla yüzleşebilecek cesareti buldum.
"Wooyoung?"
"Selam Yeonjun. N'aber?"
"Sen iyi misin? Az önce özel bir an yaşıyordun sanırım?" Gerçekçi görünmesi için özen göstererek bir kahkaha attım. "Üzgünüm. Dün gece iyi uyuyamadım ve kendimi bu keyifli İngilizce dersi için zihinsel olarak hazırlamam gerekiyordu."
Jungwon ikna olmuş görünmese de Yeonjun irdelemedi. "Ne tuhaf bir tipsin." "Sen benden farklı mısın sanki?"
Bayan Gretching'in sıkıcı konuşmalarını arka plana atarak asıl sorunuma döndüm.
Tavsiyeye ihtiyacım vardı. Hongjoong. Onu öğle yemeği saatinde kolayca, lanet olasıca not defterinin üzerine gömülmüş
hâlde bulmuştum. Yanına oturarak kendimi az sonra duyacağım çığlıklara hazırlamaya çalıştım. "Mingi ve Yeosang nerede?"
Hongjoong karalamaları arasında başını kaldırıp baktı. "Mingi turizm ödevi için oldukça stresliydi. Bu yüzden Yeosang'ı da yanında kütüphaneye götürdü."
Etrafıma bakındım. Kantinin olağan kalabalığından eser yoktu. Ödevlerin korkusu bastırmış; kütüphane de kampüsün yeni sosyalleşme alanı olmuş olmalıydı.
Yüzümü buruşturdum. "Zavallı Yeosang."
"Sen Yeosang'ı boş ver. Asıl zavallı ben! Psikoloji ödevin lazım, hem de hemen!" Bir iç çekip çantamdan ödevi çıkararak ona uzattım. Yüzü Yüzüklerin Efendisi filmindeki Gollum'u andırıyordu.
"Ödevi bitirdiğine inanamıyorum."
"Bu sadece taslak Hongjoong. Hem sen neden yapmadın?" Sayfayı çevirerek cevapladı: "Boş zamanlarımda kendime hızlı yazma teknikleri öğretiyordum."
"Elbette bunu yapmak..."
Hızla notlar almaya başladığında benim ödevimin bazı parçalarını kelime kelime not aldığını fark ettim. Artık ondan tavsiye istemenin vakti gelmişti. En azından bu açık emek hırsızlığını durdurmuş olmayı umuyordum.
"Hongjoong."
"Evet?"
"Sana bir sır verebilir miyim?"
Psikoloji ödevini bir anda unutmuştu. Parlayan gözleriyle öne doğru eğildi. "Söyle." Belki de bu kötü bir fikirdi. "Sabret biraz. Öncelikle başka kimseye anlatmayacağına dair söz vermelisin."
Yüzü düştüğünde kendisiyle savaş verdiğini anladım.
Çarçabuk söz verdi.
"Sana laf aramızda dememe gerek var mı?"
Hongjoong bir kahkaha attı. "Hayır. Tamam. Söz veriyorum.Ne oldu?"
Kimsenin dinlemediğinden emin olmak için yarısı dolu kantine bir göz attım. Elbette kimse bizi dinlemiyordu. Hongjoong ve ben pek de kimseyi ilgilendirmiyorduk.
"Şey, bunu sana anlatıyorum çünkü tavsiyene ihtiyacım var. Ciddi bir konuda. Resmen kafayı yemek üzereyim." Hongjoong ağırbaşlı bir şekilde başını salladı. "Tavsiye vermekte iyiyimdir."
"Şey, olay şu ki ben Choi San'la görüşüyorum."
O anda bir çığlık duymayı beklemiyordum. Tiz bir çığlık patlattığında tüm bina bir anda dönüp bize bakmıştı. Şaşkınlıktan yuvalarından fırlayan gözleriyle elini hemen ağzına götürdü.
"Sıkı ağızlılığın için teşekkürler," dedim alaycı bir şekilde. "Aman. Tanrım. Sen ciddi misin?" Başımı salladım.
"Tanrı aşkına, bu sağlam bir dedikodu."
Hemen eline vurdum. "Hey! Aramızda kalacaktı, unuttun mu?" "Off."
"Söz verdin."
"Tamam, tamam, tamam." Aklına bir fikir gelmiş olmalıydı çünkü yüzü birden aydınlandı. "Portia'nın öldürmek istediği kız sensin! Yani kız değilsin" Yaptığı keşiften rahatsız edici bir şekilde memnun görünüyordu. Onu elimden geldiğince susturdum.
"Evet lanet olsun! Kız değilim."
Ben onu öldürmek üzereyken kendine gelip toparlandı. "Pekâlâ. Uslu duracağım," dedi saldırdığımda bozulan saçlarını düzelterek. "Ama bana her şeyi anlat. Bu nasıl oldu?"
Her şeyi bir bir açıkladım. İlk konser gecesini, Lock and Key'de bana söylediklerini onu Portia'yla gördüğümde hissettiklerimi. Sonra da gizli yerimde karşılaştığımızdan sonra olanları anlattım. Hongjoong keyifli bir dinleyiciydi. Bedensel tepkilerini kontrol altına almayı başaramıyor ve tıpkı San'ın dudaklarını dudaklarıma değecek kadar yakın tuttuğu zamanki gibi hikâyenin en heyecanlı noktalarında iç geçirerek bir havai fişek gösterisi izliyormuşçasma hayret nidaları çıkarıyordu.
Bitirdiğimde, içinde bulunduğum çıkmazı da anlattım. "Pekâlâ, bugün onun evine gideceğim. Ya onunla yatmamı bekliyorsa? Hongjoong korkuyorum." Elinde patates cipsiyle bir an durup düşündü. "Hmm."
Gergindim. "Hmm mı?" diye sordum. "Sana en büyük sırrımı anlatıyorum ve senin tel söyleyebildiğin hmm mı?" Patates cipsini masaya bıraktı. "İyi de ne söylememi bekliyordun? Ben de tam olarak Bayan Tecrübeli sayılmam."
"Peki, sence San ne düşünüyor?" "Şey ... bilmem."
Başımı önümdeki masaya indirerek nefes almaya çalıştım. Hongjoong sonunda harekete geçmişti. "Özür dilerim," dedi. "Ama beni o kadar şaşırttın ki bir yakın arkadaş tepkisi hazırlayacak zamanım olmadı." Durup bir kez daha düşündü. "Anlattıklarına bakılırsa senden gerçekten hoşlanıyor. Ayrıca sen de onunla yatmayacaksın, değil mi?" Başımı salladım. "Asla. Yani henüz."
"O hâlde bunu kabul etmek zorunda. Senden gerçekten hoşlanıyorsa bu büyük bir sorun olmaz zaten."
Haklıydı. Fakat ben yine de korkuyordum. "Bilmiyorum Hongjoong. Tüm bu aramızdak şeyin sonu hüsran olacak gibi geliyor bana. Onunla ilgili beynimde alarm çaldıracak o kadar çok şey duydum ki. Mesela neden yalnız yaşadığını bilmiyorum. Belli ki depresyon rahatsızlığı var. Üstelik tam bir çapkın. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Portia gibi kızların kendilerini sundukları bir grupta çalıyor."
Başıyla onayladı. "Evet ama görünen o ki senden çok hoşlanıyor."
"Sence gerçekten öyle mi?"
"Evet." Beni baştan aşağı süzdü. "Gerçi Tanrı bilir neden."
"Beni yine kafana oturmak zorunda bırakma." Numaradan minik bir kavga ederken kantindeki erkekler, "Çamur güreşi," diye bağırıp keyifle bizi izliyorlardı.
Sonunda pes edip kahkahalar içinde sandalyelerimize yığıldık.
"Bunu söylemekten nefret ediyorum" dedi Hongjoong. "Aslına bakarsan bunu söylemeye bayılıyorum: Sana söylemiştim." Ödevimi yeniden alarak giriş paragrafımı kopyalamaya devam etti.
"Ne demek istiyorsun?"
"Yani, ben bu mükemmel birlikteliği tahmin etmiştim. Sana o fit gitaristten hoşlandığını söylemiştim çünkü senin tüm prensiplerine aykırı biri. Buna ön ayak olan ben sayılırım."
Dehşet içinde haklı olabileceğini fark ettim.
"Ah hayır," dedim. "Yoksa ben... bir..." Söyleyemeyecektim.
"Evet, aynen öyle," dedi Hongjoong. "Sen koca bir klişesin."
Heyecan içinde bir şeyi bekliyorken zaman pek de yardımcı olmuyordu insana demek.
Kendimi toparlamaya ihtiyacım olsa da zaman elimden su gibi akıyordu. Öğle yemeği bir anda bitmiş; fotoğrafçılık dersi farkına varmadan sonlanmış; psikoloji dersi göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, aramızda o bir kutu mendille Dr. Seonghwa'nın ofisinde oturuyordum. Dizinin üzerinde not almaya hazır tuttuğu defteri ile "Bu hafta ne yaptın bakalım?" diye sordu.
San, San, San, San, San, San
"Pek bir şey yapmadım."
Zamanın neden bir anda yeniden yavaşladığını anlayamıyordum. Şimdi geçmek bilmiyordu sanki. Duvardaki karaktersiz saatin yelkovanı resmen geri geri gidiyordu.
"Bir şeyler yapmış olmalısın."
Sessizliği dolduracak bir şeye ihtiyacım vardı. Annemle olan ilişkimi geçen defa kullanmıştım. Babamla ilgili söyleyecek pek bir şeyim yoktu ve okul ödevlerim konusunda da böyle özel bir klinikte acil randevu alacak kadar endişelendiğimi de sanmıyordum. "Başka bir konsere daha gittim," dedim birden.
"Anlıyorum. Peki, bu seferki nasıldı?"
Başımı salladım. "İyi. Bir başka panik atak yaşamadım."
Doktor hızla notlar almaya başladığında bir gün onları okumama izin verip vermeyeceğini düşündüm.
"Bu iyi, güzel," dedi Dr. Seonghwa mırıldanarak. "Peki, bu defa nefes egzersizlerini yaptın mı?"
"İlk konserde de yapmıştım zaten." "Anlıyorum. Peki, işe yaradı mı?" "Sanırım."
"Güzel. Güzel."
Hızla not aldığı sırada yeniden konuşmaya başladım. "Aldığınız notları bir gün okuyabilecek miyim?" diye sordum defterini işaret ederek.
Dr. Seonghwa başını kaldırıp notları korur gibi sıkıca kavradı. "Ne demek istiyorsun?"
"Şey, bir şeyler söylediğim anda, hatta bu sıkıcı bir şey bile olsa not alıyorsunuz. Ama ben neden yazdığınızı bilmiyorum."
Defteri ters bir şekilde dizlerine bıraktı. "Bunlar sadece not Jinsik."
"Evet, biliyorum. Peki okuyabilir miyim?"
"Bunları okumayı neden isteyesin ki?"
Omuzlarımı silktim. "Bilmem. Sanırım meraktan. Belki de öylesine bir şeyler karalıyo ve beni dinlemiyor olabilirsiniz. Ya da kendi kendinize adam asmaca oynuyorsunuzdur."
Bu konuyu neden açtığımı cidden bilmiyordum. Fakat böylece San konusunı konuşmamış oluyorduk. Bu da iyiydi.
"Adam asmaca oynamadığıma dair sözüme güvenebilirsin Wooyoung. Şimdi... geri dönebilir miyiz?" Defteri yeniden eline aldı. "Bu hafta başka bir şey oldu mu? Sen hiç.... "Sözünü kestim.
"Dr. Seonghwa, siz hiç terapiye gittiniz mi?"
Bu ilgisini çekmişti. Resmen irkilerek toparlanmak için birkaç saniye bekledi. "Burada soruları sen sormuyorsun Wooyoung."
"Yalnızca merak ettim."
"Bunun konumuzla bir ilgisi yok, değil mi?"
"Bana hep bunun utanılacak bir şey olmadığını söylüyordunuz."
Eğleniyordum. Annemin buraya yaptığı ödemelerle ilgili suçluluk duygumu bir kenara bırakıp keyfini çıkarmaya başladım. Dr. Seonghwa sandalyesinde huzursuzca kıpırdanıyordu. Normalde benim onun yerinde olmam gerekirdi. "Bu utanılacak bir şey değil."
"Bu sizin de terapiye gittiğiniz anlamına mı geliyor?"
"Ben öyle demedim."
"Evet. Ama hayır da demediniz. Çok garip değil mi? Yani terapistinizin yetkinliğini değerlendirmiyor musunuz? Bir kuaförün başka bir kuaföre saçını kestirmesi gibi."
"Bence burada konudan uzaklaşıyoruz."
"Bir terapist olmaya böyle mi karar verdiniz yoksa? Size ne oldu? İlham mı verdi? Sorun yok Dr. Park. Bana anlatabilirsiniz. Burada güvendesiniz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
trigger | woosan
FanfictionYalnızca bize ait bir büyü düşün. Toprağa düşen yıldırım kadar nadir... Ama bir araya gelip aşık olduğumuzda... işte o zaman bir daha karşılaşmamak üzere ayrılmamız gerekecek sevgilim.