09

7 2 0
                                    

"Wooyoung?"
Onun neden burada olduğunu düşünürken güçlükle doğruldum. Beni büyük bir keyifle izliyordu. Yüzünde dünkü iğrenç ifadeden eser yoktu.
"Nasıl oluyor da seni her gördüğümde böyle yatay hâlde oluyorsun?" Normal bir insan gibi oturduğum sırada bedenimin ona verdiği tepkiyi ölçtüm. Kalbim biraz daha hızlı atıyordu ama beni şaşkınlığa uğratmıştı. Sebebi bu olmalıydı. Onun dışında göğsüme baktım... hayır... her şey normal görünüyordu. Bu iyiydi. Görünen o ki yaşadığım aydınlanma işe yaramıştı.
"Senin burada ne işin var?" Geçen geceki korkunç sırıtışımı unutmamıştım 
"Ben de sana aynı şeyi soracaktım" Yanımdaki boşluğu işaret etti. "Oturmamın sakıncası var mı?"
Başımı salladım. Yanıma oturdu. Yeterince yakın değildi. Aslında biraz daha uzak otursa çamurlu yere yuvarlanabilirdi.
"Ben hep buraya gelirim" dedim, hâlâ bu ani ortaya çıkışından dolayı şaşkın bir ifadeyle. "Dünyada en sevdiğim yer burasıdır."
Bedenimi kontrol altında tutmak için nefesimi tutarak ona döndüm. Bana bakıyordu. "Bu çok garip," dedi. "Ben de sürekli buraya çıkarım ."
İkimiz de bu tesadüfü sükûnetle değerlendirdik.
" Nerede oturuyorsun?" diye sordum.
"Green Acre Drive'da."
"Yani hemen köşeyi dönünce."
"Ya sen ?"
"Ash Road ." Bunu düşündüm. "Sanırım burası ancak yakın oturuyorsan keşfedebileceğin bir yer."
Başını salladı. Bu yeni güçlü hâlime güvenip, bir risk alarak ona hızlı bir bakış attım. Kimseye rastlamayacağını umarak giyinmiş olmasına rağmen hâlâ çok yakışıklıydı. Dizi delik, bol ve düşük bel bir kot pantolonla gri bir kapüşonlu giymiş; saçları darmadağın olmuştu. Onun dışındaki herkes bu hâlde kötü görünebilecekken, o hâlâ iyiydi. Bunları düşünürken benim de kimseyi görmeyeceğimi düşünerek giyindiğim geldi aklıma. Yüzümde bir gram makyaj yoktu. Saçlarım yıkanmamıştı ve on üç yaşındayken taptığım fakat şimdi biraz utanç verici olan bir grubun o kapüşonlu eşofmanını giymiştim. Parmaklarımla saçlarimı arkaya doğru atmaya çalıştım. Orada sessizce oturuyorduk. Yeterince konuşmuştuk. Ve bu garip bir konuşmaydı. Oldukça garip.
Sonunda sessizliği bozan San oldu.
"Burada olduğuna inanamıyorum" dedi bana bakarak. "Bu fazlasıyla garip." Ona en son söylediğim şeyden sonra benimle hâlâ konuşuyor olduğuna inanamıyordum. Belki de şimdi Portia ile beraber olduğundan üzgün değildi artık. Bu düşünce kendimi kötü hissettirdi. Bunları söyleyeceğimi bile bilmeden kelimeler bir anda ağzımdan dökülmüştü. "San, ben çok üzgünüm."
Bir kaşını kaldırdı. "Ne için?"
Kelimeler ağzımdan dökülmeye devam ediyordu. "Tam bir pislik gibi davrandım. Genelde böyle değilimdir. Hiç. Yani, bazen. Ama her neyse, olanları düşünmedenedemiyorum ve kendimi çok kötü hissediyorum. Senden özür dilememiştim. Ama üzgünüm. Yani... yani, özür diliyorum."
Cevabını beklerken nefesimi tuttum.
Bakışlarını manzaraya çevirdiğinde kendimi tam bir aptal gibi hissettim. Ayrıca saçımın ne kadar yağlı olduğunu da düşünmeden edemiyordum.
"Bu gerçekten çok garip," dedi hâlâ uzak bir noktaya bakarken.
"Neden?"
Bana döndüğünde o koyu renk gözlerin tüm gücünü hissettim. Araştıran gözlerle bana bakarken önüme düşen saçlarımı saklamak için kulağımın arkasına attım. Ben de ona bakıyordum. Kalbim biraz hızlanmıştı ama onun dışında bayılma hissi falan yoktu. "Çok garip çünkü ne zaman düşünmeye ihtiyacım olsa buraya gelirim. Ve geçen birkaç
haftadır tek düşünebildiğim sensin."
Masum yürüyüşümün bu çocuğu yeniden hayatıma soktuğuna inanamadan yutkundum. Hem de olağanca şiddetle. Olağanca hızlı. "Aslında buraya dün gecedensonra kafamı toplamak için gelmiştim. Dün görene kadar seni düşünmeme konusunda iyiye gidiyordum. Sonra seni burada bulmam çok ilginç."
Hâlâ bir şey söylemiyordum.
"Neden bankta uzanıyordun bu arada?" diye sordu. "Bunun bir yatak olmadığının farkındasın değil mi?"
Gülümsedim. "Rahattı."
"Görebiliyorum ."
"Kimseyle karşılaşmayı ummuyordum. Bu arada bu yüzden bu kadar berbat görünüyorum ."
Bana yeniden baktı ve sonra yavaşça, yüzüm e düşen bir parça saçı alıp kulağımın arkasına attı. "Hiç de berbat görünmüyorsun."
Kızardım. Bu yoğunluğa dayanamayarak düşüncelerimi toplamak üzere manzaraya çevirdim bakışlarımı. Aramıza daha fazla sessizlik girdi. Durum hâlâ oldukça garipti. "Şey, dün gece dans ettiğin çocuk ..." Sesinde bir öfke de seziliyordu. "...O, erkek arkadaşın mı?"
İşte o zaman kahkahalarla gülmeye başladım. "Ne var?"
Bir an gülmekten sorusuna cevap veremedim. "Sen ciddi misin?"
San şaşkın görünüyordu.
"Tabii ki de öyleyim. Neden ki? Bu kadar komik olan ne?"
"O benim erkek arkadaşım değil" Kendime gelmeye çalışırken başımı sallıyordum. "O Yeonjun. Cidden, onunla tanışmış olsan anında benim erkek arkadaşım olmadığını anlardın."
San'ın yüzü şaşkınlığını koruyordu. "Neden?"
Başımı geri attım. "Tanrım! Yeonjun benim tam karşıt tipim. Onu yalnızca İngilizce dersinden tanıyorum ve tüm ilişkimiz birbirimize işkence etmek üzerine kurulu." İkna olmuş görünmüyordu. "Dün gece hiç de birbirinize işkence ediyor gibi görünmüyordunuz," dedi hafifçe sıktığı dişlerinin arasından.
Dansımızı ve San'ın bizi görüşünü hatırladım. Birbirimizle dalga geçtiğimizi bilmeyen biri için sanırım biraz şüpheli görünebilirdi.
Omuzlarımı silktim. "Sadece dans ediyorduk. Aslında o, bu tarz müzikten nefret eder. Bunu bir iltifat olarak algılayabilirsin bence..." Derken birden Portia geldi aklıma ve hemen öfkelendim. "Hem benim kiminle dans ettiğimden sana ne? Sen o zengin ineğin yüzünü emerken bunu nasıl fark ettin ki? Bu arada toplum içinde yapılan sevgi gösterileri pek de havalı sayılmaz."
San'ın yüzündeki öfke birden yok olmuş, yerini şen bir gülüşe bırakmıştı. Bense hâlâ öfkeliydim. "Ne?" "Beni kıskanıyor musun Jinsik?"
Ne hissettiğimi anlamıştı. "Kapa çeneni. Hayır, tabii ki kıskanmadım. Sadece toplum içinde şapur şupur öpüşülmesinden hoşlanmıyorum. Mide bulandırıcı." Yüzüne öfkeyle baktım. "İğrençsiniz."
Öfkeleneceğine bankta yanıma biraz daha yanaştı. Aramızda yok olan mesafeye baktım. "Bence sen beni kıskanıyorsun."
"Bence de sen bir kadın avcısısın."
Kahkahalarla gülme sırası ondaydı. "Kadın avcısı da nereden çıktı?" "İnsanlar senin için böyle diyor," diye açıkladım. Bunu ona neden söylediğime dair en ufak bir fikrim yoktu. "Gömlek değiştirir gibi sevgili değiştirdiğini söylüyorlar." Neden bu konuyu açmıştım ki? Sanırım şimdi de devam etmek zorundaydım. San gerçekleştirdiğim bu kişisel saldırı karşısında en ufak bir öfke işareti göstermiyordu. Hatta hâlâ sırıtmaya devam ediyordu. "Portia da son kurbanın mı?"
Nefesimi tutarak cevabını bekledim.
San bana doğru eğildiğinde yüzlerimiz neredeyse birbirine değiyordu. Biraz gevşedim. "Öyle olsa üzülür müydün?" diye fısıldadı.
Elbette üzülürdüm.
Yüzümü çekmeden başımı yere indirdim. "Ne yaptığın umurumda değil," diye yalan söyledim. "Seni ilgilendirir."
"Yani onu sadece seni kıskandırmak için kullandığımı söylersem hiçbir şey hissetmeyeceksin," dedi sanki sıradan bir şey söyler gibi. Konuşurken gözleri manzarada geziniyordu.
Ben de onun kadar rahat cevapladım. "Yoo. Gerçi her feminist böylesine bir sersem olduğun için sana birkaç söz söylemek isteyecektir. Zavallı kız."
San gözlerini devirdi. "Gerçekten de zavallı bir kız. O da beni kullanıyordu. Benim kim olduğumla zerre kadar ilgilenmiyor. O sadece kolunda bir rock tanrısı olması fikrinden hoşlanıyor."
"San. Bunu sana söyleyen olmaktan nefret etsem de sen bir rock tanrısı değilsin. Sen sadece duyduğum en kötü isme sahip gruplardan birinin gitaristisin." O anda elimi tutup sımsıkı kavradı. Birleşen ellerimize baktığımda içimde dolaşan çılgın bir enerji hissettim. Sanki canımı yakıyordu ama aynı zamanda da muhteşemdi. Siyah gözlerine bakıp içlerinde kayboldum.
"Wooyoung," diye fısıldadı elimi bırakmadan. "Burada bir şeyler oluyor ve bunu görmüyormuş gibi yapmayı bırakırsan çok sevinirim."
Nefesim kesildi. O devam ediyordu. "Benimle evlenmen gerektiğini söylemiyorum yada benimle çıkman bile gerekmez. Sadece benimle lanet olası bir kahve içer misin? Böylece burada neler olduğunu anlayabiliriz belki, ha?"
Bir an duraksadıktan sonra bir iç çektim. "Tamam." Bir başka harikulade gülümseyişiyle midemde kelebekler uçmaya başladı. "Denesem de daha fazla reddedebileceğimi sanmıyorum."
Ayağa kalkarak bana elini uzattı. Aramızda bir başka enerji akımı olduğunu hissederek elini tuttum. "Tanrı'ya şükür," dedi.
Dikenli patikadan el ele yürüyerek aşağı indik.
Üzerime çeki düzen verebilmek için bizim evde durmak konusunda ısrarcıydım. "Ama gayet iyi görünüyorsun," dedi San şikâyet ederek.
"İyi, korkunç demenin kibar yoludur," dedim. Bir yandan da ben saçımı yıkarken bekleyip beklem eyeceğini düşünüyordum .
" çok tuhaf."
"Bizi gizemli kılan da bu."
"Gizemli demek hafif kalır."
Eve geldiğimizde bir an tereddütle düşünüp elini bıraktım.
"Hmm. Burada beklemen sorun olur mu?" diye sordum bakışlarımı yere indirerek. San minik, müstakil evimizi inceleyerek gülümsedi. "Demek burada yaşıyorsun."
"Beni takip etmeyeceksin değil mi?"
"Etsem bayılırdın."
"İnsanların takip edilmekten hoşlandıklarını sanmam. Başınıza gelebilecek en güzel şeyler listesinde üst sıralarda değildir."
Midemi altüst eden bir başka gülümseme daha. "Evet, ama benim tarafımdan takipedilmemişlerdir, öyle değil mi? Ben muhteşemim. Çok kibarım. Neden içeri gelemiyorum?"
Doğru kelimeleri seçebilmek için uğraştım. "Şey... eğer içeri gelirsen annemle tanışırsın... Ve bu da çok iyi bir fikir sayılmaz." Sorgular bir şekilde kaşını kaldırdı. "Benim için endişelenir. Seni görürse de ona kim olduğunu açıklamam gerekir ve ben, bunu yapabileceğimden emin değilim. Yani, kısacası dışarıda beklersen çok daha kolay olurdu."
Başını salladı. "Pekâlâ, öyle olsun."
"Beş dakikaya geliyorum."
Aslında yaklaşık on dakika süreceğini biliyordum ama yine de hızla içeri girdim. Onu sokakta böyle bırakmaktan suçluluk duyuyordum. Yine de annemin onu görmesinden iyiydi bu durum. Sanki onu düşündüğümü biliyormuş gibi, tam merdivenlerden çıkmak üzereyken karşımda belirdi.
"Selam tatlım," dedi bir yığın çamaşırı kucaklarken. "Yürüyüşün güzel miydi?" Sorguyu olabildiğinde kısa kesebilmek için yanından hızla geçtim. "Evet, evet." "Şimdi nereye?" diye seslendi arkamdan. "Kasaba merkezine."
"Kasaba merkezinde nereye?"
"Kahve içmeye."
"Kimle gidiyorsun?"
Bir dedektif olmalıydı. Gözlerimi kapayıp bir kez daha yalan söyledim. "Hongjoong ile birlikte gidip sonra da ödevimizi yapacağız."
Bu onu tatmin etmiş görünüyordu. İçimdeki suçluluğu gömdüm. Şu anda daha acil işlerim vardı. Tıpkı dışarıda beni bekleyen San gibi. Evimin önünde. Birlikte kahve
içmeye gidecektik. Birlikte. Onu hayatıma sokmayacağıma yemin edişimin üzerinden daha altı saat bile geçmemişti. Neyse, yeminler bozulmak içindi değil mi? Yoksa bu kurallar mıydı? Her neyse, kendimi çok mutlu hissediyordum. Çok çok mutlu. Hiç olmadığım kadar mutlu. Ve böylesi bir mutluluğu bir çocuğa bağlamanın ne kadar korkunç olduğunu bilsem de ona karşı hislerimi inkâr etmekten yorulmuştum. Pekâlâ, şimdi benim lensim nerede?
Deli gibi bir yüz ve saç bakımı yapıp üzerime giyecek bir şeyler bulmamla, beş dakika on beş dakika olmuştu. Sonunda yanında bu kadar çekici bir adamla dolaşabilecek bir kız görünümüne kavuşmuştum.
Sokağa çıktığımda San bir ağaca yaslanmış beni bekliyordu.
O gözlerini üzerimde gezdirirken ben kendime hâkim olmaya çalışıyordum. Bir ıslık çaldı. "Beni bu kadar çok beklettiğin için sızlanmaya başlayacaktım ama sen bu kadar güzel görünürken ancak affedebilirim."
Yüzümün kızardığını hissedebiliyordum. "Üzgünüm. Nereye gittiğimle fazlasıyla ilgilenen annem beni biraz oyaladı." Kasabaya doğru yürümeye başladık. 'Peki, sen ona ne dedin?"
Yeniden yalan söylesem mi diye düşündükten sonra vazgeçtim. Elimi tutmasını istiyordum ve bu ihtiyacım kendimi biraz çaresiz hissetm em e neden oluyordu. "Ona Hongjoong ile buluşacağımı söyledim."
"Wooyoung sana bunu söyleyen kişi olmaktan nefret ediyorum ama ben Hongjoong değilim. Adım San. Biliyor musun? Hani şu süper grupta çalan çocuk?"
Hâlâ el ele tutuşmadan yürüyorduk.
Burnumu kırıştırdım. "Düşük öz güvenle idare edemiyorsun değil mi?" San omuzlarını silkti. "Ailene yalan söyleyecek kadar benden utandığın için ancak böyle yapabiliyorum."
Derin bir nefes.
Kaldırımda takılıp düşmeyeceğimi umarak ona döndüm.
"Bak," dedim. "Seni tanımıyorum. Sen de beni tanımıyorsun. Ama Mingi söylediği için bildiğin üzere benim... hayatımda bazı sorunlar var. Hepsi de oldukça sıkıcı ve klişe ama annem de bunların içinde ve sen de yeterince uzun bir süre çevremde kalmaya karar verirsen belki bir gün anlatırım. Fakat şu anda bunlardan konuşmak istemiyorum pek. Tamam mı?"
Kolum birden kavruldu. San elimi tutmuş, dikkatle bana bakıyordu. "Yeterince uzun bir süre çevrende olma niyetindeyim."
Sonra beni o kadar inanılmaz bir gülümsemeyle yerime sabitledi ki yolun ortasında eriyip gitmediğime şaşırdım.
Middletown kasaba meydanı pek de ilgi çekici bir ver değildi. Pekâlâ, çirkin de sayılmazdı. Hatta oldukça mağrur bir havası vardı. Tek eksiği bir karakterdi.
Yayalaştırılmış alan şahsiyetsiz ve elbette üst sınıf, zincir mağazalarla doluydu. Meydana fazla inmezdim. Kıyafete ihtiyacım olduğunda da ikinci el ürünler satan dükkânları keşfe çıkmak için bir trene atlayıp Londra'ya giderdim.
Pek fazla seçim şansımız olmasa da San beni bir Caffe Nero'ya soktuğunda yine de şaşkınlığımı gizleyemedim.
Kapıda tereddütle durdum. "Ne oldu?" "Beni Caffe Nero'ya mı getirdin?" Kafası karışmış görünüyordu. "Yani?"
Onu tiye almadan edemedim. "Sence de burası, senin gibi anarşist bir rock yıldızı içinfazla 'ticari' sayılmaz mı?" Elimi bırakıp ceplerini araştırmaya koyuldu. "Ama bir içecek kartım var," diye itiraz etti. "Ve bununla sana bedava bir içecek alabilirim."
Bu fazlasıyla eğlenceliydi. "Yani, bu kadar popüler olmanın yanında aynı zamanda da pintisin, öyle mi?"
Bir parça alınmış görünse de gülümsedi. "İnsanlara kibar davrandığın olur mu hiç?" Kapıyı benim için açmıştı.
"Sadece hak edenlere," diye yanıtladım onu içeri girerken.
"Kahve sevmediğine inanamıyorum. Beş yaşındaki yeğenimi dışarı çıkarmış gibi hissediyorum."
Rahatça oturabileceğimiz bir kanepe bulduk. San önceki sataşmalarımın intikamını almaya çalışıyordu.
Utanmadan muzlu sütümden koca bir yudum aldım. "Hiç de bile," dedim. "Bu gayet sofistike bir yetişkin içeceği."
"Sofistike yetişkin içecekleri sipariş vermek utanç verici değildir. Muzlu süt istediğimde kasiyerin yüzünü gördün mü?" San başını sallıyordu. Bense istifimi bozmadım.
"Kimse kahveyi gerçekten sevmez. Sadece severmiş gibi yaparlar çünkü kahve içmek kendilerini birer yetişkinmiş gibi hissettirir."
"Öyle mi Einstein?"
Mekân kalabalıktı. Son kanepeyi kaptığımız için şanslıydık. Diğer çiftler ya da gruplar çevremizde höpürdeterek kahvelerini içiyor, dedikodu yapıyorlar ve cumartesi gününün tadını çıkarıyorlardı.
San ile neredeyse birbirimize dokunuyorduk. O arkasına yaslanmış, kanepenin koluna doğru gevşemiş bir hâlde otururken ben tedirgin ve dimdik, yani rahatlayamayacak kadar gergindim. Burada olmak hâlâ tuhaf bir histi. Bedenlerimiz arasında büyüyen enerjiyi hissediyordum. Fakat benim üzerimde genelde bıraktığı etkiyi bu defa kontrol altında tutabilecekmiş gibi de hissediyordum.
Başımla onayladım. "Kahve siparişi veren herkes, aslında içten içe bir muzlu milkshake ister. Ben sadece isteğimi sipariş verme cesaretine sahibim." Pipetimi ona uzatım. "Hadi bir tadına bak."
Eliyle bardağımı itti. "Muzlu sütünü istemiyorum." Yeniden ona uzattım. "Hadi ama. Sadece bir tadına bak"
"Hayır"
''Korkuyorsun." "Muzlu sütten mi?"
"Evet. Erkekliğin muzlu sütü denemene bile izinvermiyor."
Ben bardağı yeniden burnunun altına doğru uzatınca o da yeniden itti ve üzerime bir parça muzlu süt döküldü. Hafif bir çığlıkla üzerimi temizlemek için kanepeden kalktığımda San beni bir anda bileğimden kavrayıp kendine doğru çekti. Yeniden haykırdım. Bedenim otomatik olarak onun bedenine sokulunca yüzünü yüzüme dayadı. Nefesim kesildi. İnanılmaz derecede sıcaklam lıştım .
İkimiz de üzerimden gelen keskin muz kokusunu görmezden gelerek bir süre öyle kaldık.
"Tam olarak düşündüğüm gibi değilsin," dedi San bir anda. Mideme bir kramp girmişti. Bir an için endişeyle doldu. Onun yanında kendimi o kadar rahat hissediyordum ki neredeyse hemen gardımı indirmiştim.
"Bu kötü bir şey mi?" diye sordum.
Beni daha da sıkı bir şekilde kendisine çektiğinde rahatladım. Birazcık. "Hayır, güzel," dedi. "Sen benim birlikte olduğum diğer insanlara benzemiyorsun... yani... biliyorum ..."
Başı başımın hemen üzerinde olduğu için güçlükle de olsa yüzümü ona çevirdim. "Neden? Kahve seviyor gibi mi davranıyorlar?" Güldü. "Evet, öyle yapıyorlar." O anda her birinden nefret ederek başımı salladım. Peki, 'birlikte olduğum' derken ne demek istemişti? Yani, aslında ne demek istediğini biliyordum. İçimden bekâretime lanetler ederek ne söyleyeceğimi düşündüm. "Kendilerine yalan söylüyorlar. Tıpkı senin gibi."
"Wooyoung. Ben kahve seviyorum. Kendime yalan falan söylemiyorum."
"Eminim ilk içtiğinde sevmemişsindir." Düşündü. "Hayır. Sevdiğimi sanmam." Doğrudan yüzüne bakmak için döndüm. "O hâlde neden içmeye devam ettin?" "Bilmem."
Göğsünü dürttüm. "Çünkü bir kahve içicisi olmanın beraberinde getirdiği imajı seviyordun. Kendini onu sevmeye zorladın çünkü tam bir yetişkin gibi görünmek istiyordun. Aslında tek istediğin muzlu süttü." Bardağı yeniden uzattım. "Şimdi iç şunu."
Eğlenen bir ifade ile eğilip büyük bir yudum aldı. Yutkundu. "Evet?"
"Evet, güzeldi."
Zafer sevinciyle yumruğumu havaya kaldırdım. "Sana söylemiştim." Kolumu tam o sırada yakaladı ve beni yeniden kendisine doğru çekti. Bu tartışmayı kazanmanın gururuyla, kaslı vücuduna yaslandım.
Tüm bedenimdeki tüyleri diken diken ederek "Sen hafiften çatlaksın, değil mi?" diye fısıldadı kulağıma.
"Herkes biraz çatlaktır. Sadece bazıları bunu gizlemekte diğerlerinden daha başarılıdır."
"Sanırım haklısın. Bunu saklamaya uğraşmamam seviyorum."
Güldüm. "Ama ben uğraşıp saklıyorum! Sadece çok başarılı değilim. Ağzımı bir türlü kapalı tutamam ."
"Senden çok hoşlanıyorum Jung Wooyoung"
Sözlerini iyice sindirdikten sonra yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. "Yani... tabii... hoşlanırsın," dedim. Sonra da o kızgınlıkla göbeğimi gıdıklarken yeniden bir çığlık attım.
Birbirimizi daha yakından tanırken zaman büyük bir hızla akıp gidiyordu. Şu birbirinin söylediklerine deli gibi gülen sinir bozucu çiftlerden biri olmuştuk. San kasadan elinde iki muzlu sütle döndüğünde kahkahalarla gülmeye başlamış, diğer müşterilerden birkaç bakış almıştım. Hem her şeyden hem de aslında hiçbir şeyden konuşmadık. Saatler geçiyor ama ikimiz de ciddi konular açmıyorduk. Bizi bekleyen büyük sorular vardı. Güya buraya çözmek için geldiğimiz sorular. San, Portia konusunda ne yapacaktı? Aramızdaki bu garip şey neydi? Birlikte olacak mıydık? Eğer olacaksak bu ne anlama geliyordu? Ona geçmişini ve duyduğum söylentileri sormak için can atıyordum. Eminim o da benimle ilgili bazı şeyleri öğrenmek istiyordu. Annemle karşılaşmaması için neden onu bahçede bekletmiştim? Neden panik atak krizleri geçiriyordum?
Ama havadan sudan konuşmak çok daha kolaydı. En sevdiğimiz filmleri, en sevdiğimiz grupları, kitapları ve o sıradan şeyleri konuşmuştuk ama ben fazla dinlemiyordum. Açıkçası, o konuşurken konsantre olamıyordum. Onu dinlermiş gibi yaparak başımı salladım bir müddet. Hâlbuki yaptığım şey, çene hatlarını incelip o siyah gözlerinde boğulmaktı. Parmaklarımı saçlarında dolaştırma güdümü zar zor zapt edebiliyordum. Galiba o da aynı şekilde hissediyordu. Çünkü en sevdiğim grubun hangisi olduğunu aslında bilmememe rağmen herkese The Beatles dememin sebebinin, yalnızca ailemi taklit etmek olduğunu anlattığım bir sırada, durup birden yüzümü avuçlarının arasına almıştı. Camdan dışarı bakıp havanın karardığını görünce ikimiz de çok şaşırmıştık. İçeceğimden son bir yudum aldım ve San'ın bana uzattığı eli tuttum

trigger | woosanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin