16. Bölüm "Çanlar alev aldığında..."

268 57 227
                                    

"Bir yutkunuş çoğu zaman asla sadece yutkunuş değildir."

Tasvir edemeyeceğim bir takım sözler var. Başını çeken ise insanları anlamaktı. Ya bu konuda kabiliyeti olmayan bendim ya da insanların bir amaç doğrultusunda ettiğini zannettikleri sözleri başı boştu. Keza sözler mayın tarlası misali tuzaklara dönüşebilir ve her patlama bir can alabilirdi.

Sözün özü: Eriyor içim giderek!

Yalnızca bu konuda nettim. İnsanlığa dair yapılan tüm sıfatsız kuralların çoğuna tabi tutulmuşken benim için başka türlüsü mümkün değildi. Dahası sıfırı tüketmek üzere olduğum sınır çizgisindeydim. Ne kadar alanım kaldığını bilmiyorum ama sanırım ya bardağı taşıracak o son damla kadar ya da bıçağın kemiğe ulaşmak üzere deleceği son deri kadar.

Sözün özü: Bardak taşmış, bıçak kemiğe saplanmış bile olabilirdi.

"Ben anlamıyorum," dedim yarım asır geçmiş kadar hissettiğim bir zaman diliminin ardından. Aslında anlamıştım. Anlamıştım ama yine de bir türlü anlayamıyordum işte.

"Sen susunca..." O kadar gergindim ki kendi sesimi tanıyamıyordum. O yüzden demin saymayı bıraktığım yerden tekrar devam ettim ama yüz on sekize kadar gelmiş olmama rağmen hâlâ cevap vermemişti. Bir yüz on sekiz daha sayamazdım, o kadar bekleyemezdim. "Yanlış şeyler düşünebilirim." Beni, hayatımın hiçbir yerinde sessizlik bu kadar ürkütmemiş, aynı zamanda bu denli usulca zehirlememişti.

"O parayı o yüzden verdiğini düşünerek saçmalayabilirim."

Ona son bir şans vererek bir kez daha elliye kadar saydım ama yine de konuşmadı. Benim için bunun nasıl büyük bir yenilgi, çaresizlik, aldatmaca ve şiddetli bir sarsıntı olacağını bildiği halde susmaya devam etti. Hayır, susarsa onu hemen burada öldürebilirdim. İhtimaline dahi ihtimal vermek istemediğim bu gerçekle onu şimdi, burada, çıplak ellerimde yok edebilirdim.

"Mete!" Sesim, dizlerini karnına çekerek dertop olan bir tondaydı. "Beni, zihnimdeki bu ihtimal iğrençliğinden hayır diyerek kurtarmak zorundasın." Bu çaresizlik yakarısı beni en son abimi dizlerimde kaybettiğimde yakalamıştı.

"Özür dilerim," dedi gözünden bir damla yaş akarken. Ağlıyor muydu? Kendi gözyaşlarında boğulmak bile kurtaramazdı onu.

Cüret etmeyi utanmazlık ve vicdansızlık çizgisinden ayırt edebilmek önemliydi. Mete bu yaptığıyla utanmaz ve vicdansız olan tarafta kalmıştı. Aslında ona düşen tek şey görmezden gelmekti. Çünkü ben zaten o bebeği aldıracaktım. Henüz yirmi bir yaşındaydım. Yalnız ve korkaktım. Ona bakamazdım. Onu büyütemezdim. Ona tek başıma mükemmel bir hayat veremezdim.

Tüm korkularım sadece onunla ilgiliydi, ona veremeyeceğim iyi bir gelecekle ilgiliydi. Annelik hakkında hiçbir bildiğim yoktu ama yine de bebekleri severdim. Annemin aşılayamadığı, beceremediği bu konuma rağmen annelik düşüncesinden hiç nefret etmedim. Doğru zaman geldiğinde bir çocuk doğurmayı ve annemin aksine onu, olması gerektiği gibi büyütmeyi istedim ama "o gün" üç yıl önce değildi. Etrafımda bunun nasıl yapılabileceğini gösterebilecek kimsem yokken, yalnızken yapamazdım.

"Onu zaten aldıracaktım." Tüm suç ellerindeymiş gibi bakışlarını bir kez bile kaldıramadığı o yerden ancak bu sözlerimi duyduktan sonra şimşek hızıyla kaldırdı.

"Onu zaten aldıracaktım," diyerek aynı sözleri tekrar ettim ve tükenmişlikle koltuğa oturdum. "Ama ondan özür dilecektim." Bakışlarımı, hata işleyen küçük bir çocuğun masumiyetiyle ve sanki bahsettiğim bebek pencerenin önündeki o boşlukta durmuş, ona dönmemi bekliyormuş gibi oraya diktim.

AYNADAKİ SARKAÇ (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin