"Hiçbir yere varamamayı yanlış yorumladık belki de. Belki de yol kısaydı ve biz çok çabuk vardık."
Rüzgarların geniş esintisi perdeyi salona doğru süpürürken sabahın serin üflediği hava üşümemi arttırıyor, titrememe neden oluyordu ama yine de elimdeki böreği yemeyi bir an bile bırakmadım. Sanki açlıktan ha öldüm ha gömüldüm gibiydi bu halim.
Sabah gözüyle böreklerle buluşmam ise talihten başka bir şey değildi. Talih demişken başımı şöyle bir altmış derece füme rengindeki üçlü koltuğumun köşesinde oturan Haçin'e doğru çevirmem tamamen alayvari, bilinçli bir hareketti. Ve sabahtan beri gülmemek için ağzıma börek tıkayıp duruyordum. Neyse ki aç karnım için büyük isabetti.
Sabah başımdaki zonklamayla değil de duyduğum şuh kahkaha ve Haçin'in itiraz dolu sesine aralamıştım gözlerimi. Bu durum başımdaki şiddetli ağrıyı katlamış olsa da bir saattir kapı ağzında gördüklerimden sonra kendime gelmeye çalışıyorum.
Ayağı ve koluyla kapıyı ittirmek için ânı kollayan öfkeli Haçin'i ve kışın ayazında üşümek nedir bilmeyen, ona çıplak demekle asla yalancı hissetmeyeceğim Sebahat'i görmüştüm.
Üçüncü kocasının dönemine uygun, geceliğe gönderme olan ince askılı giydiği -tam olarak adını koyamıyorum- kırmızı şey ile vücudunu eyliyordu. Sarkan etlerini göstermesi ise biz insanlık için alay olmalıydı. Bu arada gece soyunmaya başladığını söylememle ilgili teorilerimin haklı gururu ile asla övünmüyordum. Zira benim gözlerime bile felç indiyse Haçin'in yakın markajdan zorunlu kaldığı manzara için söyleyecek söz bulamıyorum.
Kırmızı ruju ise felaketti!
"En azından börek lezzetli." Ağzıma son lokmamı tıkıştırmadan hemen önce söylediğim mora çalan yüzüne menekşe dikti resmen. "Sen yemeyecek misin?" O ara kapı çaldı.
"Yiyeceğimi yedim sayende! Ayrıca yeterince doyduysan kalk şu üstünü değiş artık! Çilingir geldi. İşini bitirsin de cehennem olup gideyim," dedi ve hole yürüdü.
Onun ardından odama geçtim ve üzerinde küçük mor filleri olan krem eşofman takımımı giydim. Daha sonra kokularımla özdeşleşen az malzemeli minik labaratuvarıma geçip renk renk flakonlarımın arasında dolaştım. Tamı tamına üçyüz yetmiş beş farklı koku vardı burada.
Üzerlerine kendimce bazı saçma, bazı renklerine, bazı da kokularına yaraşır isimler verdiğim küçük kağıtlar iliştirmiştim. Onları harmanlarken, ayrıştırırken ya da alkole yatırırken geçen süre boyunca daima düşünürdüm. Hepsinin ayrı ayrı hikâyesi yoktu. Ancak ben onlara yaşamaları için hayatlar vermiş, her birine özgün hikâyeler uydurmuştum.
Bazen yoksul bir çobanın, albenisiyle fark ettiği lavantayı koparıp kokusundaki büyüyle haşmetli bir krala dönüştüğü, bazen pirenin deveye aşkından erguvan rengindeki deve dikenini onun uğruna yediği, bazen Noel babanın kokusuna yenildiği "hanımeli"ne sahip olmak için tüm hediyeleri yaşlı cadıyla değiştirdiği, bazen umutsuz bir aşığın zehirli gardenyası ve nice farklı uydurma...
İçlerinden sadece bir tanesini kullanıyordum: Ilgın ağacı... En acıklı hikâye onundu. Ancak o, sallama bir anlatıdan uzak, gerçeklerle elimden geçen en özel kokumdu.
"Erçin Hanım, boş geçen dakikalarınızdan sadece birini bana bahşetme lütfunda bulunarak buraya gelmenizi rica edeceğim ama?”
İçeriden adımı seslenen, daha doğrusu böğüren aygırı duyunca şişelerin üzerinde son kez şöyle bir göz gezdirip salona yöneldim. Kesilen takırtılardan işlerinin bittiği anlaşılıyordu. Zaten yanına varınca da kabanıyla ayakta durmuş, beni beklediğini gördüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AYNADAKİ SARKAÇ (+18)
Genel KurguHer şeyi unutan bir adamdan neyi hatırlamasını isterdiniz? Ya da neyi unutmasını? ............ "Peki beni ne zaman affedeceksin? Ya da öyle bir gün var mı?" Güldüm. Yüzüme uzanan elinin boğumları yaralı bereli, parmakları yara izlerinin küçük, beyaz...