"İnsanı acılar büyütür." derdi dedem. "Acılar olgunlaştırır insanı. Hayatın gerçeğini bir kaportayı düzleştirir gibi döve döve öğretir acılar insana. Çünkü acı ve hayat kardeştir. Bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri varsa vardır diğeri, yoksa yoktur."
Ben acıyla ilk ne zaman tanıştım hatırlamıyom. Düşüp dizimi kanattığımda elimden tutan olmayınca mı, yoksa okuldan alınıp bir kaportacıya kirli, değersiz bir eşyaymışçasına fırlatıldığımda mı? Hiç bilmedim, hiç öğrenemedim. Ama bildiğim bir şey varsa, o da hayatımın en mutlu gününde, en büyük acımla tanıştığımdı.
Ellerinden tutup, gözlerinin her bir zerresini kalbime kazırcasına saatlerce bakmak istediğim o güzeller güzeli kadını; beyaz gelinliğiyle evimize getirmek yerine, beyaz kefeniyle mezarlığa götürdüğüm o gün... O lanetli, karanlık, beni dipsiz bir kuyuya hapseden gün. İşte ben acı asıl neymiş, o gün anladım.
Yıllar geçti üstünden. Birçok insan çıkardılar önüme. "Hayat devam ediyor." dediler, "Senin de yuva kurman lazım." dediler. Babam iğneleyici laflarıyla kızdı ona bir torun getirmediğim için, anam ise içinde tuttuklarının yansıdığı gözleriyle. Çünkü hiç bilemedi onlar. İnsanın çocukluğundan beri sevdalı olduğu kadını düğün gününde kaybetmesi ne demek, hiç bilemediler. O kör kuyudan çıktım sandılar. Halbuki bedenim çıksa da ruhum o kuyunun dibinden hiçbir zaman çıkamadı.
Acıya alıştım ben. Acıya alışmak nedir, nasıl can yakar bilir misiniz? Bazen merak ettim, mutluluk neydi diye. Mutlu olmak, gülebilmek... Ben nasıl mutlu olabildim zamanında diye hayret ettim kendime. Ve işte acıya alıştıkça, gülmeye başladım. Sahte gülümsemeler, gözlerime ulaşmayan, ruhsuz gülümsemelerle... İnsanın ruhu bir karanlığa hapsolmuşken nasıl gülümserdi ki? Sahte tebessümlerle yetindim ben de. Bu yüzden iyileştim sandılar. Görmediler ne kadar kanadığımı, görmediler ne kadar canımın yandığını.
Sonra bir adam girdi hayatımıza. Anamın kayıp oğlu Yusuf... Doktor Kenan. Bilmeden yalnızlığıma yalnızlık kattı dediydim ona, ailemize ilk geldiği günlerde. Hiç suçu günahı yokken her şeyin bedelini yıktıydım ona. Çektiğim vicdan azabını susturacak "ama"lar türetmiştim. Anama, babama olan kızgınlığımı ondan çıkarttım belki de.
Zaman her şeyin ilacı derlerdi, ben bilemedim. O yalnızlığımın suçunu yüklediğim adam benim en büyük dayanağım olacakmış meğer, göremedim. Arkama bakıp da sırtımı yaslayabileceğim birinin varlığını görmek, hissetmek ne demekmiş, kaç dünyaya bedelmiş, ben abimi arkamda görünce anladım.
Ve o gün, kuyudaki karanlığa gömülmüş ruhumun üstüne ufacık bir ışık huzmesi doğdu sanki.
Benim ruhum o karanlıktan hiç çıkamadı, ben hiç çıkamadım. Ama hiç değilse gülüşlerimin sahteliği yüzümden akıp gitti. Kardeşliğin ne olduğunu öğrendim, birine sığınabilmenin, acımı paylaşmanın verdiği o sıcacık hisleri öğrendim. Yaram hiçbir zaman kapanmadı, kapanmayacak da... Yine de, hayata devam edebilmek, bir günün ardına diğerini koyabilmek için bir sebebe tutunabildim. Düştüğümde kalkabilmeyi öğrendim, düşüp de dizimi kanattığımda beni kolumdan tutup kaldıracak birinin varlığıymış benim ihtiyacım, bunu öğrendim.
Ben Veysel... Doktor Kenan'ın kardeşi, kaportacı Veysel.
Şimdi bir kez daha, hayata tutunacak tek sebebimi kaybetme korkusu var içimde. Umudumun haykırdığı cümlelerin ardında fısıltılarla gizlenmiş korku dolu kelimeler var kalbimde. Gelecek bana ne getirir, benden ne götürür bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şey daha var... Eğer abim de benden giderse, nasıl yaşayacağım?
***
O günün akşamı herkes için oldukça heyecanlıydı. Birazdan Veysel ameliyathaneye indirilecek ve genel anestezi altında kemik iliği alınacaktı. Herhangi bir komplikasyon riski de olmadığı için ortam gergin olmaktan çok neşeliydi. Nihayet Kenan şifasını bulacak ve çok geçmeden aralarına dönecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Günbatımı • Kenan Kaya & VeyKen (Gönül Dağı)
FanfictionBir güneşin batışı gibi daha da kötüye gitti her şey. Ama herkes, ufuktaki kızıllığın seyrine daldı ve kimse geriden gelen karanlığı görmedi.