Evgeny Grinko, Valse
*
Ormandaki sesler ahenkli ahenkli yankılanırken orta yaşlarda bir kadın ıssız ormanda korkusuzca yürüyordu. Beline kadar inen atkuyruğu rüzgârda uçuşuyordu ve birkaç tutam özgür kalan saçları da rüzgârın etkisiyle yüzünde dans ediyordu. Yüzünde yeni yeni oluşmaya başlayan kırışıklıkları, yorgun bakan gözleri ve çelimsiz vücuduyla kırklı yaşların başındaymış gibi görünüyordu. Ensesinde toplanan siyah saçlarının arasındaki beyazlar gümüş gibi görünüyor, ona ayrı bir hava katıyordu. Üzerinde de yeşil bir hırka ve kahverengi kumaş pantolonu vardı.
Kadın aniden durdu. Dinlenmek amacıyla geniş gövdeli ağaca duvarmış gibi sırtını yasladı ve derin derin nefes alıp verdi. Mavi Dağ adlı kasabanın en büyük ormanıydı burası. Bu kasaba; az sayıda insanlardan oluşan, yeşilliğin ve maviliğin bol bolca bulunduğu sessiz bir yerdi. Temiz havası ve yapaylıktan uzak görünümüyle insanın içindeki kara bulutların dağılmasını ve onların yerini huzurla dolmasını sağlıyordu. Bu da tıpkı, yağmurun ardından çıkan güneş ve beraberinde görünen gökkuşağı gibiydi.
Daha şafak sökeli uzun bir süre olmamıştı. Her ne kadar kasabadaki insanlar çok erken sayılacak vakitte güne merhaba deseler de ormanda bu saatlerde başka birine rastlamak mümkün değildi.
Kadın tekrar hareketlendi. Bu sefer yüzünde yorgunluk belirtisi yerine huzur vardı. Adımlarını hızlandırırken tam karşıda, sıraya girmiş gibi duran ağaçların yanından gelen bir ses duydu. Yanılmış olup olmadığını anlamak için sese kulak kabarttı. Evet, yanılmamıştı. Bebek ağlamasına benziyordu bu ses.
"Belki de birisi buraya bebeğini bıraktı," diye düşündü kadın. Bu düşüncesiyle kalbi, tahminleri üzerine acıyla bükülürken hiç düşünmeden adımlarını tekrardan hızlandırıp o yöne doğru yürümeye başladı.
Sık ağaçların arasından geçtiğinde büyükçe olan kayanın yanında koyu kırmızı battaniyeye sarılmış bebeği görmüştü. İlk başta şaşkın şaşkın onu incelese de en sonunda yanına gitmiş, ona doğru eğilmişti.
Evet, yanılmamıştı. Bu ıssız ormanda gerçekten bir bebek bırakılmıştı. Hem de kış mevsimi kendini yeni yeni göstermeye başlamışken.
Bebeğin maviye dönük gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Ama kadın geldiğinden beri sanki olanları hissetmiş gibi ağlamayı kesmiş, şaşkın ve meraklı gözlerle kadını izlemeye başlamıştı. Kadın ise bebeğin meraklı bakışlarına içten bir gülümsemeyle karşılık vermişti ve kucağına aldığı bebeğin alnına öpücük kondururken bebeğin tıpkı kendisi gibi oldukça masum ve temiz olan kokusu burnuna dolmuştu. Bebek epey iriydi ve kadın onun bu görüntüsüyle yeni doğmuş olmayacağını düşündü. Ve gariptir ki bir bebeğe göre kadını gerçekten anlıyormuş gibi bakıyordu.
Bebeğin kiraz rengindeki dudakları aralanmıştı. Tıpkı bir ay gibi güzeldi... Kar beyazı tenindeki kiraz renginde dudaklar, bir bebek için fazla gür, dalgalı çikolata kahvesi saçlar, iri mavi gözler ve onları çevreleyen sık kirpikler, gülümserken görünen yeni çıkmaya başlayan dişler...
"Ne kadar güzel bir şeysin sen," demeden edememişti kadın. Ama sonra bebeğin efsunlu görüntüsünün ardından gerçeğe döndü; onu asıl endişelendiren bebeğin tombul yanağında, boynunda ve hatta battaniyesine bile ilişmiş olan kan lekeleriydi. Bu lekeler başkasına aitmiş gibi duruyordu.
Bebek pür dikkat ona bakmayı sürdürüyordu. Ayrıca dudakları yavaş yavaş büzülmeye başlamıştı. Kadın tekrardan endişelenmiş ve bebeği sımsıkı kollarına çekmişti. Hangi kalp bir bebeğin terk edilmesine dayanabilirdi? Onu bu ayazda bırakırlarken vicdanları hiç mi sızlamamıştı? Yoksa tıpkı kalpleri gibi vicdanları da mı taş kesilmişti?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAVİ
Teen FictionDÜZENLENMİŞ HALİYLE YENİDEN YAYIMDA! Keyifli okumalar dilerim... * Profesör gittiğinde tekrardan dönüp arkadaşlarıma baktım; hepsi farklı ırktan, farklı millettendi. Her ne kadar Fersina bunların tümünü yok etmiş olsa da... Fakat bunların hiçbirini...