yedi

722 132 12
                                    

Yirmi dört yıllık hayatımın son beş yılında birçok şeye şahit olmuştum. Buna uyuşturucu, tarih eser kaçakçılığı, silah ve kan da dahildi. Numan Soykıran bir diğer değişle patronum -Numan Sarrafoğlu- sağ olsun. Önceleri babamın mesleğinden dolayı sadece kulak aşinası olduğum şeylere şu sıralar oldukça hakimdim. Babam, Milli İstihbarat Teşkilatı'na ömrünü vermişti. Numan Sarrafoğlu ise kötülüğe ömrünü vermişti.

Pekala, en azından ben öyle sanıyordum.

Oturduğu yerde usulca aşağı kayarken iri parmaklarıyla purosunu iyice kavradı. "Hala cevap vermedin, Zümra." boştaki elini ağır ağır 'haydi, seni dinliyorum' der gibi sallıyordu, "Neden cenazeme katılmak yerine holdingdeki eşyalarını toplamayı tercih ettin?"

Saatler önce çıktığım kafe gözlerimin önünden geçti. Sonbahardaydık. Her yer püfür püfür esiyordu. O kafenin aralık kapılarından içeri giren serin hava sayesinde hayatımdaki en iyi üç uykudan birini yaşama fırsatı edinmiştim. Öyle ki oradan çıkmadan önce insanlar bana, iki adamın yolumu kesip beni buraya getireceğini söyleseler uzun uzadıya güler ve hemen ardından uyumaya kaldığım yerden devam ederdim.

Dürüst olmak gerekirse öldü sandığım patronumun çaprazımdaki koltukta oturduğu yetmezmiş gibi bana hesap sorması kan dondurucuydu. Kafasını yana eğerek "Zümra?" dediğinde yaşlı olduğu için kırış kırış olan yüzünü inceledim. Zerre meymenetli biri değildi demek isterdim ama pek mümkün değildi. Gamsız bir herif olduğundan ötürü şu halde bile yaşıtlarına taş çıkarırdı. Üstelik dudaklarından hiç gitmeyen 'en şeref yoksunu benim' gülümsemesiyle rakibi yoktu diyebilirdim.

"Numan Bey," onu gördüğüm andan bu yana ağzımdan çıkan ilk kelimeler bunlardı. Merakla 'Evet, benim. Buyur,' der gibi baktığında iç çektim ve oturduğum tekli koltuğun ucuna giderek dirseklerimi dizlerime yasladım. Büyük bir ciddiyetle "Siz gebermiştiniz." dedim.

"Evet, olmuştu öyle bir şey." derken purosunu dudaklarına götürdü, derin bir soluk aldı ve gerek burun deliklerinden gerekse ağzından o dumanı verdi. "Sen de ben geberir gebermez kaçmıştın. Gören beni senin öldürdüğünü sanır."

"O şerefe erişemediğim için üzgündüm," birbirine sardığım ellerime kısa bir bakış attıktan sonra yeniden ona baktım, "Ama artık bir şansım daha olduğunu biliyorum. Bunu değerlendirmekten geri durmayacağımdan emin olabilirsiniz."

Kocaman bir kahkaha attığı esnada aralarda "Benden daha domuzsun," dedi. Şakalaştığımızı bildiği için rahattı. Şu an zerre ona eşlik edesim olmadığı için o gülüşlerini volüm volüm düşürürken ben içerisinde bulunduğumuz geniş evde göz gezdirmeyi tercih ettim. Sarrafoğlu Ailesi'nin sahip olduğu bütün evlere hakim olduğumu düşünürdüm. Ancak sanıyorum yanılıyordum.

Dinçer Bey'in evinden sonra gördüğüm en büyük evin içindeydim. Avizenin boyu bir metre genişliği yetmiş santim civarındaydı. Kristalden oluşuyordu. Koltukların orta yerine doğru hizalanmış olsa da öyle aman aman yaydığı bir ışık vardı diyemezdim. Sırf gösteriş olsun diye orada olduğu apaçıktı. Numan Bey'in tarzıyla alakası olmayan dizaynı incelemeyi sürdürdüğüm vakitlerde dudaklarımdan "Antikadan vaz mı geçtiniz?" diye bir soru firar etti.

"Elbette hayır," kendinden emin bir edayla konuşup purosunu yeniden dudaklarına götürdüğünde "O halde bu ev ne?" diye sordum. "Yoksa içerisinde sizin yaşadığınız belli olmasın diye mi böyle dizayn ettirdiniz?"

Purosunu dudaklarından uzaklaştırırken "İşte bu yüzden seninle çalışıyorum." dedi. Takdir eden ifadesine karşın "Ben hala yıllarca neden sizinle çalıştığımı bilmiyorum." dediğimde babacan bir edayla oturduğu yerde dikleşti. Purosunu, ahşap küllüğe koydu. Gerisin geri koltuğa yaslandı, "Seni, babanın düşmanlarından korumam için yanıma sığınmıştın." dedi. "Ha bir de teyzen tarafından sokağa atılmanın da bunda payı var."

ASİSTANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin