KAN ÇIKMAZI

96 38 74
                                    

Lütfen bölümü oylamayı ve fikirlerinizi yorumlarda belirtmeyi unutmayın. Desteğinize ihtiyacım var, şimdiden teşekkür ediyor güzel kalplerinizden öpüyorum.

"bir alev halinde düştün elime..."

BÖLÜM 3: KAN ÇIKMAZI

Tanrının kara bulutları göğün yüzüne yaydığı bir gündü.

O kara gün, aynı zamanda ciğerlerime bir yudum nefesi haram kılan gündü: Kürşat Orbay'ın cenaze günü.

Havaya yakıcı, keskin bir soğuk hâkimdi ama benim üşümemin nedeni havanın kötü gitmesi değildi. Babamın kaybına duyduğum acı; derimi soğuk bir buz gibi dağlıyordu. Sanki parmaklarımın tümünü o buzdan yangının üzerine saplamıştım ve sonucunda derim etimden ayrılmıştı. Yine de bunların tümü içimdeydi; kaderin sisli bir günde getirip ansızın avuçlarıma bıraktığı ölüm, damarlarımın içinde yılan gibi geziyor çatallı diliyle zehrini zihnimin en kuytu köşelerine akıtıyor olsa da dışımda yalnızca boş bir ifade vardı.

Hissettiğim şeyler yüzümden okunmuyordu. Bunu biliyordum. Cansız yüzüm solgundu, renksiz görünüyordum. Bunu da biliyordum.

Zaman bir yığın halinde dakikalar öncesine akıp bana sürekli babamın gömüldüğü anı hatırlatıyordu; ne zaman gözlerimi kapatsam ıslak toprak yeniden kazılıyor bir ağıt kuyusu oluştuğunda babamın kan damlayan kefene sarılı bedeni kazılan kuyunun içine bırakılıyor ve üzeri önce tahtalarla daha sonra soğuk toprakla örtülüyordu. Her seferinde kendimi o korkunç manzaranın içinde buluyor biraz daha can kaybediyordum. Her seferinde bir parçam daha onunla birlikte ölüyor, içimdeki feryadın omurgası eziliyordu.

Ölüm, ruhuma çürük bir cesedin kokusunu yaymıştı.

Ve o cesedin sureti, tamamen bana aitti.

Soğuk toprağın yutup içine çektiği babamdı, ölense bendim.

Aldığım nefes bir alev hüzmesi gibi boğazımdan süzülerek içimi yaktığında içinde bulunduğum arabada nefes alamadığımı hissettim. Ayak bastığım her yer sanki bana dar geliyor, babam olmadan aldığım her nefes ciğerlerimi rahatlatmak yerine kanatıyordu. Kanıyordum. Evet, yaşadığım acının adı buydu: kanamak. Ruhum kanıyordu. Ruhum, sızlaya sızlaya kan döküyordu ve sızısı içinde bulunduğum zaman dilimine bir kıymık gibi batıyordu. Her anım zehir oluyordu, her saniyeme kaybın zehri yayılıyordu.

Kesik kesik bir hal alan soluğum göğsümü kabarttığında oturduğum yolcu koltuğunun camını araladım. Asfaltı eritecek bir hızda ilerleyen arabanın sürati, yüzüme soğuk havayı tokat gibi çarptığında almaya uğraştığım her nefes hala ciğerimi acıtıyordu. "İyi misin?" Göktürk'ün dilinden dökülen soru, bir yük gibiydi. Göğüs kafesim o yükün altında kalıp ezildi. Kalp atışlarım içimdeki her milimi küle çeviren bir yangın gibiyken yalnızca başımı sallamakla yetindim.

"Ne oldu?" diye sorduğunda dilindeki yük büyüdü, gözlerimden akmak için çırpınan birkaç damla yaşa dönüştü. Gözümün dehlizine dolan yaşları geri itmek için başımı yukarıya doğru kaldırıp soğuk nefesi içime çektim, sırtımı şöför koltuğundaki Göktürk'e dönerek yönümü tamamen akıp giden yola çevirdim. Tek bir nasılsın sorusuna, gözümün yaşını asırlar boyu akıtabilecek kıvamdaydım. Sorsun istemiyordum, ağlamak istemiyordum.

Öylece sussa ve göğsümdeki ağırlık biraz nefes almama izin verse olmaz mıydı?

Verdiğim savaşı anlamış gibi sessizleşti. Yolun iki yanı çam ağaçlarıyla kaplıydı, arabayı öyle hızlı sürüyordu ki yüksek gövdeli yaşlı ağaçlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gidiyordu. Geçip giden ağaçların arkasında kaleminden kan damlayan bir yazar varmış gibi hissettim. Sanki kovukların içinde saklanıyor ve gözlerini tek bir an olsun üzerimizden ayırmıyordu. Önünde boş kâğıt, karşısında ise ben vardım. Orada, doğrudan gözlerimin içine bakıyor mürekkebinden dökülen katran karası kızıllığı kaderimin boş sayfalarına yayıyordu. Bizi izliyordu.

AŞEKÂHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin