Bölüm 8: Zillet Tufanı

512 9 17
                                    

Dünya dar, karanlık, kör... Onlarca acıya kulaklarını tıkamış durumda, zillet gören kendinden olmayınca... Eriyor duygular... Ya da kendinden olunca... Zincir kafanda... Gönül tufana uğramış, helak içerisinde... Öngörülemeyen bir duygusuzluk fırtınası kopmuş. Bu hep böyle gider mi? Dünya ne denli bir hâl aldı. İnsan yaşamaya korkar mı? Adına gelecek denen muamma hakikaten gelecek mi? İğne deliğinden bakılan hayattan, bir şeyleri çabalamadan olması ümit ederek mi geçecek temennimiz. Sanki ben çaba gösterdim. Kabuğuma çekilip zorlukların geçmesini bekledim. İnsanları değiştiremeyeceğimi anladığımda bu hale büründüm. Çoğu insana insan demeye bile ağzım varmıyor bazen. Hem herkes insan olmaya layık mı? İrade denilen şey aşağılıktan da aşağı olabilirken iyilik yapmak içinde meftun olur. Ama nedense sayıca az olan aşağılık kazanıyor. Ya da iyiler emanete sahip çıkamadıkları için sahne onlara kalıyor.

Hastane bahçesinde bunları düşünürken gözüme Doğan Gün çarptı. Çınar ağacının altındaki bir banka oturmuş derin derin düşünüyor. Ona odaklanarak yanına gittim:

- Doğan! Kafasını yavaşça kaldırıp bana baktı:

- Zevat, dostum. Tedavin nasıl geçti?

- Bilmiyorum! Sen neden buradasın? Doğan'ın yanına oturdum.

- Midem rahatsız. Olanca stres mideye vurdu sonunda, biyopsi yapacaklar.

- Anlıyorum, geçmiş olsun.

- Sana daha çok geçmiş olsun. Sıfıra kestirilmiş saçı ve yüzü solgun görünüyordu. Hayat gayesi ve etrafındaki topluluğu onu bayağı yıpratmıştı:

- Hadi benim etrafımdaki herkesi ben uzaklaştırdım. Sen neden tek geldin?

- Ben senden farksız mıyım sanki?

- Değilsin dostum, yine seni sen yapan kedilerin var, bende ne?

- Senin de başından savamadığın koleksiyonun var. Yüzümde hafif bir gülümseme oluştu:

- Sende de plak koleksiyonu...

- Çöp olacak...

- Senin ailen var bırakabileceğin.

- Onlar bu değerlerden anlamazlar ki, sen koleksiyonu hak eden birine vermek için nasıl çaba gösteriyorsan al bendende o kadar.

- Sevilmek için hiç çaba gösterdin mi?

- Sevilmek için çaba gösterilmez Zevat, gerçek sevgi kendiliğinden oluşur. Onun içinde insanların frekansının tutması gerekir. Çoğu insan seviyormuş gibi yapar. En yakınlarında bile böyle...

- Anladığım kadarıyla birçok insan birbirini sevmiyor.

- Miş gibi yapıyor. Sende de öyle olmadı mı?

- Öyle oldu...

- İnsanların menfaatlerinden dolayı kaçmadık mı kendi küçük dünyalarımıza...

- Sadece menfaatlerinden değil, kötülüklerinden de kaçtık.

- Zevat, zaten insanlar menfaatlerini sağlamak için kötülük yaparlar.

- Çıkarım elde etmek gayeleri...

- Şu bahçede gördüklerinin kaçı menfaatleri için başkaları tarafından kullanıldıklarının farkında!

- Çoğu farkında aslında...

- Nasıl?

- Köpek balığı ile gezen bazı balıklar vardır. Köpek balığı tarafından öldürülmeyi göze alarak hem de. Onlarda biliyor aslında tehlikeli olduklarının. Ama o küçük balıklarda çıkarının peşinde. Köpek balığının avından kopan parçaların derdine düşmüş. Köpek balığı da bu balıkları avlama niyetinde. İnsanlarında kendilerine zarar verenlere sığınması bundan bence... Karşılıklı çıkar...

- Doğru diyorsun Zevat, bize zarar verenleri bile bile tekrar tekrar başımıza getirmedik mi?

- Her şey kendi kalibresine göre yaşatılmaya mahkûm.

- Benim biyopsi vakti geldi. Doğan ayağa kalkıp omuzuma dokundu ve konuşmaya devam etti.

- Birkaç saniye sonra ne olacağını hiç bilemezsin, o yüzden kafana bir şey takma. Sadece yaşamaya çalış.

- 50 yıldır onu yapmaya çalışıyorum.

- Kendine dikkat et.

- Görüşürüz. Altmışındaki delikanlı duruş sahibi hastaneye yöneldi. Bende otogara gitmek için hastanenin kapısında bekleyen dolmuşa.

Hızlı adımlarla giderek dolmuşa girdim. Kendimi şoförün önüne attım. Dolmuş henüz hareket etmemişti. Benim bu garip hareketime şoför dönüp ters ters baktı. Uzun süredir dolmuşa binmiyordum. Ücreti uzattım. Şoför gözlerini benden ayırmadan para üstünü verdi. Paraya bakmadan ne kadar uzattığımı nereden bildi, anlamadım. Orta taraflarda boş bir koltuğa oturdum.

Gözünün birisi yolda diğeri dikiz aynasından yolcularda olan bir şoför. Beyin bölümlenmesini nasıl başarıyor. Sanki yolları ezbere gidiyor. Şaşılacak bir şey doğrusu. Önümdeki koltukta sakız şişirip patlatan iki lise öğrencisi kız çocuğu. Bir yandan gülüyorlar bir yandan da telefonla kendilerini faklı imojilerle görüntülüyorlar. Arkamda sekseninde bir ihtiyar gençliğe dem vurarak kendi gençliğindeki zamanlarla kıyaslamaya gidiyor. O da gençken o zaman ki yaşlılar bunları eleştiriyordu. Bu gençlerde yaşlanınca geleceğin gençlerini eleştirecek. Bu tirad böyle sürer gider. Her yaş gurubunun kendine göre toplumsal dönemleri oluyor.

Bir arkadaki koltukta da bir kadın ve sürekli ağlayan çocuğu... Kadın sürekli pış pış gibi sesler çıkarıyor. Ama nafile, çocuk inlercesine ağlıyor. Dolmuşun en arkasındaki koltuklarda dört genç... Konuşmalarına bakılırsa dün akşamki futbol maçını tartışıyorlar. Oynanmış, sonuçlanmış, cebi dolacakların cebi taşmış bunlarda konuşarak ameleliğini yapıyorlar.

Şoförün yanındaki koltukta oturan benim yaşlarımdaki adam, önündeki çuvalın ağzını sıkı sıkı kavramış. Sanki içinde çok değerli bir şey var. Yanımda oturan delikanlı kitap okuyor. Ya da okumaya çalışıyor. Çünkü kafamı ona çevirdiğimde yüzü kitaba bakarken bir taraftan da yan gözle beni süzüyordu.

Dolmuş durmuştu. Şoförün sesi ile kendime geldim. Daha dolmuştan inmemle etrafıma insanların doluşması bir oldu. "Nereye gidiyorsun abi", "hemen kalkıyor" lafları ile inenleri darlayan değnekçiler. Bırakın insanları, nereye hangi firmayla gideceklerine kendileri karar versinler. Her yerde insanları bir manipülasyon ile zorunlu satın alma hissiyatı oluşturma çabası. Ben cevap vermeden yürüdükçe onlarda benimle birlikte geliyorlar.

- Misafirim var, onu almaya geldim. Bu cümlemi duyunca beni bırakıp hemen başka bir ava yöneldiler. Bende biraz olsun rahatladım.

Otogarlar insan ruhunun barındırdıklarını en iyi anlatan yerlerden birisidir. Hüzün ve sevincin aynı anda yaşanabileceği yerlerdendir, hastanelerden sonra. Her gün binlerce insan yolculuk yapıyor. Dünyayı hesaba katarsak milyonlarca insan yolculukla geçiriyor gününü. Düşünsenize insanların ömürlerinin kaçta kaçı yolculukla geçiyor.

Otogarın araç parkı tarafından içeriye girdim. Otoparkta boş yer yok denecek kadar az. Otogarın içi de dışı da araçla dolu. Çevresinde bir insan tufanı, içerisinde bir ses curcunası, aşırı hareketlilik... Sağa sola koşuşturan insanlar... Bavulların tekerlerinin çıkardığı gıcırtı... Koltukların üzerinde uyuyan insanlar... Gece yolcuğuna hazırlanıyorlar belki de.

Otogar ve hastanelerin birbirlerine benzediğine iyice aşina oldum. Otobüs bileti istediğin zamana bulmak nasıl zorsa hastanede muayene sırası bulmak öyle zor... İkisinde de yığılma var. İkisinde de bekliyorsun. İkisinde de çoğu zaman memnun kalmıyorsun. İkisinde de hem ayrılık var hem kavuşma var.

Otogarın, otobüsten ine yolcuları gören kapısının önünde ki koltuğa oturdum. Yılmaz Taşlı gelince kadar buradan girenleri gözleyecektim. Düşünme hastalığından sonra diğer bırakamadığım tutkum gözlem yapmak. Canlıları tanımak. Tanıdıkça hem onlardan hem kendimden uzaklaşmak...

BİR TAHRİBAT MÜESSESESİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin