İyiliğe engel çıkarmak insanlığın meramıdır. İyi niyet beslemek ötekileştirilmenin gereği olmuş. Rab insanın hamuruna iyiyi de kötüyü de koymuş. Seçmek bizim haddimize! Birçoğunun iyiliği kendi çıkarına olunca verdiği tahribatı umursamaz oluyor. Empati yeteneği gelişmemiş çoğunda. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın tezinde geziyorlar.
Müzeden dışarıya çıktım ne yapacağımı bilemeden cadde boyunca yürümeye başladım. Ömrü hayatım boyunca en çaresiz kaldığım zamanlardan birisini yaşıyorum. Bırak saatleri saniyeler geçtikçe vaktim iyice daralıyordu. Belki de akışına bırakmam gerekiyor. Ama tek tutunduğum şeydi koleksiyonum. O da elimden kayıp giderse ne yapacağım bilemiyorum. Yaşamımın biteceğini söylediklerinde bile kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Yürürken hep dikkatle gözlemlediğim insanları fark edemiyordum. Odaklanma özelliğimi de yitirmiştim sanki. Bir bilinmezliğe sürükleniyordum. Sonunda ne olacak hiç kestiremiyorum. Karşılıksız -maddi değeri yüksek olan eserlerde var içerisinde- ama yine de kabul etmiyorlar. İçinde bulunup çalıştıkları müesseseleri geliştirme çabaları hiç yok! Sadece kendi ceplerinin dolmasına bakıyorlar. Dünyaya ait olanları, kısacık bir süre ellerinde tutup kendilerinin sanıyorlar. Mal bekçileri...
Cadde de nereye gittiğimi umursamadan sadece yürüyordum. Çocukluğumdan beridir 50 yıllık yaşamım zihnimden geçmeye başlamıştı. 50 yıllıdır bu yollardan belki de her gün yürür dururum. Her seferinde de genellikle hayalde gezerim, zahirde yaşarken... Çoğu da malayani düşler. Ama düşlerde olmasa; hayatı elimizdeki ekranlara boş boş bakarken bulacağız. Bu cihazların hem insanlığa birçok yararı varken hem zarar verebiliyor. Ömrümüzden ömür giderken farkına dahi varamıyoruz. Aletlerin kıstaslarını belirlerken köleliğini yapmayı seçiyoruz.
Caddede tek dalgın yürüyen ben değildim. Herkes kendi fikriyatına sığınmıştı. Nasıl olduysa karşıdan gelen Doğan Gün'ü fark ettim. Demek ki zannettiğim kadar da dalgın değilmişim. Hâlbuki öyle zannediyordum kendimi. Varsayalım abesle iştigalim, diğerlerinin nazarında... Fakat benim düşlerim, benim düşüncelerim; yargılarım kendimin taşlamaları...
Doğan Gün, yanımdan geçerken beni dahi fark etmemişti. Ağlamaklı gözleri, ruhu bezmiş çok belli. Hayatın ıstırabını yaşamak yakışmıyor ona. İnsanlardan aradığını bulamayınca sığınağı oldu asil kediler. Onlar için yaşar oldu bu dünyada, kendini unutup. Destansı olacakken hayatın sinesi içerisinde kaybolup gitti. Aynı benim gibi... Bizim suçumuz mu bu? Yoksa hayatın kurallarına uymayı taahhüt etmediğimiz için mi? Kim bilir... Daha öncede dediğim gibi geçmişe olan saplantımız. Geçmiş dediğimde bizim geçmişimiz değil ha. Geçmişte yaşayan insanların mutluluğunu ve yaptıklarını kıskanmamız. Görünüş aldatmasın sizi, insan bedenin içindekidir. Kimse kimsenin ruhunda ne yaşıyor bilemez. Saplantımız dert oluyor ama sadece bize.
Yanımdan beni fark etmeden geçip giden Doğan Gün'e seslendim:
- Doğan! İlk başta beni anımsayamayıp durdu. Sağına soluna baktıktan sonra arkasına döndü. Ağlamaklı hali beni görünce artıp gözleri iyice doldu. Onun bu hali ister istemez beni de çok etkiliyor. Beni fark edince samimiyetle cevap verdi:
- Zevat, sevgili dostum, ne yapıyorsun?
- Bilmiyorum, sadece yürüyorum bir bilinmezliğe doğru. Sen ne yapıyorsun?
- Al bendende o kadar. Yaşam bana dar geliyor artık. Dünya çekilmez bir hal almaya başladı.
- Ben çocukluktan beridir aynıyım. Ama bu zamana kadar geldim. Sevincimde oldu hüznümde. Daha çok üzgün.
- İyilikten başka bir şey düşünmedim. Ben bunları hak edecek bir şey yapmadım bunlara...
- Zaten ondan kaynaklanmıyor mu Doğan. İyilik yaptığımız için saf oluyoruz, kötülük boğuyor bizi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BİR TAHRİBAT MÜESSESESİ
Fiction généraleZevat Tarumar, hayatının son evresinde, lenfoma teşhisiyle karşı karşıya kalan bir koleksiyonerdir. Bu teşhis, onun için bir son değil, yeni bir başlangıç anlamına gelir. Hayatın hüzünlü atmosferinde, geçmişiyle ve içsel dünyasıyla yüzleşirken, haya...