Hastane bahçesinde yer yer kümelenmiş hastalar. Zıt düşünceli insan toplulukları... Herkesten kaçabilirsin ama kendinden kaçamazsın. Bu hayatta tek değer verdiğim şey ilmek ilmek toplayıp düzenlediğim koleksiyonum. Kendime bile değer vermiyorum. Dünyanın yeni düzenine adapte olamadım. İnsanların fikriyatına sığınmak kendi düşlerine hakarettir. O yüzden bence insanın en iyi arkadaşı yine kendisidir. Peki, neden bu birlikte yaşama arzusu?
Sokaklar boyu uzun kaldırımlar... Dışına taşmış kapital bir curcuna... Yollar insanlardan çok arabalara kalmış. Görmek zor, bakışlar ruhsuz, kifayetsiz gidip gelmeler, suratlar asık. Zorunluluk bilinçsiz yaşama çabası...
Para...
Gelecek kaygısı. Yaşama sanatı; öngörülemezliğin adı... Hissizleştirilmiş kafatası; acı çekmez zillete... Ne zaman oldu bu? Hızlandırılmış ömür törpüsü... Dünü bugününden, yarını dününden kopya, sinsi, bağdaşmazlık... Sebat edilemeyen özenti.
İnsanlarda bir yere yetişme çabasında. Ömürlerini nasıl bitirmişler farkında değiller. Keşkelere sığınan yeni bir gün. Kişi doğumunun nasıl olduğuna ömrünün nasıl sonlanacağına karar veremiyor ki! Plan yapsak neye yarar. Yine de ben kendimi şanslı görüyorum. Bir yılı çıkaramayacağım. Tek planım var ben gideceğim ama koleksiyonum yaşayacak. Herkes ziyaret edecek. Zevat'ın koleksiyonu diyecekler. Bakacakları her bir parçada beni görecekler. Beni düşünecekler. Beni yaşatacaklar. Ben öleceğim ama fikirlerimi; elimin değdiği na-şinas değerlerde bulacaklar.
Beni lenfoma değil, bu durmak bilmeyen düşünme hastalığı bitirdi. Belki de mecbur bırakıldım. Bırakıldık... Kimse kimsenin düşüncesine katlanamaz durumda. Saygı yok. Bir dışlanma korkusu. Belki de kendini bir zümreye kabul ettirme dürtüsü. Ne derseniz deyin, hiç kimse kendisi gibi değil. Muhatabının olması istediğine bürünmüş. Herkeste bir karakter karmaşası. Ve bunun sebebiyet verdiği ruh bunalımı. Dünyanın bir ziyaretgâh olduğunu ne zaman anlayacağız? Doyumsuzluk mezarda da devam edemez ya! Hırs; bu ile öteki dünya arasındaki en büyük neşter.
Hastaneden çıktığımdan beridir ne kadardır, kaç dakikadır yürüyorum farkında değilim. Durup düşünmem gerekiyor. Sanki şu an yapmıyormuşum gibi. Her zaman geçtiğim parkın ucundayım yine. Park her zaman olduğu gibi sakin. Bir kuşlar, bir ben, bir de kırmızı dut ağacı... Hedefime odaklanıp yürümeye başladım. Çakralarımı her şeye kapatıp. Yine aynı köşesine oturdum bankın. 50 yıldır aynı monotonlukları yapmaktan çekinmedim. Bazen sıktı beni, bazen keyif vermeye devam etti. Başkalarının benim için ne düşündüğünü önemsemedim. Çünkü sana ne keyif veriyorsa diğer insanların senin hakkında ne düşündüğünü önemseme...
Keyfe keder üzerime düşen dutların bıraktığı lekeleri bile umursamıyordum. Dünya önem verecek kadar Bâki değil baksana! Bir yıl... Ben yine 50 yılı gördüm. Bir gün göremeyenler bile var. Ya da dünyanın güzelliklerini göremeyecek kadar gözü kör olanlar. Yaşanmış gibi gösterilen serazat hayaller.
Yere düşen kırmızı dutlardan birer parça koparıp bir nizam halinde yuvalarına taşıyan karıncalar. Duttan nasibini koparan kaçarcasına yuvasına götürüyor. Böcek de bile gelecek kaygısı... Nereden bu ilham? Yaratıcının ihtişamı, materyalist uhduseyi yerle yeksan ediyor. Sıra sıra... Bitmek bilmeyen bir uğraş. Bakarsın kendisinin bile olmayacak biriktirdikleri. İnsanlar da böyle değil mi? Sürekli mal toplama derdinde. Belki hayatı boyunca hiç kullanmayacak. Gerek de duymayacak. Kendin için yaşamadıkça, kendin için çalışmadıkça, kendin için okumadıkça; sen başkasısın. Ne için, kimin için doğdun o zaman?
Bir serçe toprakta yuvanın başına durdu. Deliğe gelen her bir karıncayı ellerindeki dutlarla birlikte yutmaya başladı. Bir gaga darbesinde bir karınca yiyordu. Karıncalarda tek tek kuşun ayağına gidiyordu adeta. Yem olmak için. Proletarya, hep burjuvaya kazandırmak için mi var? Aslında altın hayli fazla kazanma hırsı patronu daha zengin yapmadı mı?
Çoğunun kafası kendi fikrini üretemeyecek kadar doldurulmuş. Algı ile yönlendirmelerle hareket ediyor. Makine gibi üretilmiş, kodlanmış... Dünya bir hendesehane. Hep aynı açıdan bakma hissi. Farklı bir tarafa çevirsek gözlerimizi gerçekler peyda olur. Yoksa yem olmaya devam ederiz sivri gagalı kuşlara. Membası bilinmez aldırışlara!
Nereye şekva edeyim kimsem yok ki hayatta. Aciz insanların sığınağı, dost bildiklerim. Bakalım ne kadar dost. Ne kadar koleksiyon hayranı. Beni yaşatabilecek kim var; değer bilecek. Evet evet! Eski arkadaşım Doğan Gün. Hem o da bir koleksiyoner sonuçta. Evinde envai çeşit plak ve pikap mevcut. Benim vararetimide evinin bir köşesine sığdırıverir.
Koca evde iki kedi, ardı arkası kesilmeyen kelimeler ve geçmişten gelen binlerce ses ile birlikte yaşar gider. Yaşayan insanlardan bulamadıklarını ölen insanların o şuh nağmelerinde buldu. Ve o iki kedi; tüm hayatın veremediğini sağlayan hayat bulmuş iki ruh. Buradan direkt ona gideceğim.
...
Ne dutları yuvalarına götüren karıncaların gözü doymuştu ne de onlara tebelleş olan serçenin. Mideler tok kafalar boş. Boşaltılmış... Keşke midelerinin dolduğu oranında kafalarının içeriside de dolsaydı. Bizler midelerimiz için çalıştığımız kadar zihinlerimiz içinde çalışsaydık dünya bu denli beter bir yer olmazdı. İnanın! Kim akşam yiyeceği yemeği düşündüğü kadar okuyacağı kitabı düşündü? Çünkü şartlandırılmışız. Aç kalma korkusuna alıştırılmışız. Fikir üretmekten aciziz neden bundan korkmuyoruz?
Bihaberiz olup bitenden. Sadece bize gösterilen kadarını biliyoruz. Tabii o kadarını da gerçekten biliyorsak. Bize gösterilerine inanmak zorunluluğu...Avucumuza sığan dünyaya bakma meşakkati... Afyonlama zinciri... Güdümlü kontrol mekanizması... Herkesin hayatı gözünün önünden geçerde sıfatta bir tepkisizlik... Alışkanlık haline gelmiş anlayışsızlık. Üzerinde gezdiği dünyaya avucunun içinden bakacak kadar sersem! Sanalda yaşıyoruz. Dostumuzun evini dahi ekrandan ziyaret ediyoruz. Tanımadıklarınızın bile...Herkesin yaşamı herkesin elinde. Hadi buyurun beğendiğiniz kişiyle, istediğiniz yere sabah kahvesine. Utanmayın! Zaten utanmayıda kaybettik. Ya da bilinçli olarak kaybettirildik.
Tek düzene bir insan kurgusu oluşmuş. Kendi kendine mi oldu bu? Her dönemin kendine özgü sosyolojik bir türü mü var? Ne toplumuyuz biz? Gözlerimizi ziyanla tüketme topluluğu mu? Her dönem bir nesne ile bağlanmış aslında. Bağımlılık oluşturulmuş bir şekilde. Radyo, televizyon, telefon... Sırada ne var? Göremeyeceğim... Görmek de istemiyorum zaten.
Düşünüyorum da o kadar öğrendiğim şeyi kimseyle paylaşamıyorum. Dinleyecek kişi bulamıyorum. Böyle kendi kendime konuşuyorum ancak! Kendime anlatmak için mi öğrenmişim bunca bilgiyi. Gerek var mıydı acaba? Benim düsturum kişi nasıl gelirse bana o şekilde karşılanır. Belki de kendiliğinden oluşmuş bir huy bende. Devinimsel bir saplantı. Bence ben bir aynayım. İnsan bana nasıl bakarsa öyle görür kendini. Aradığını bulur.
Aha bir kedi. Az önce kedileri çok andım herhalde. Karıncaları yiyen serçenin üzerine kapaklandı birden. Ağzına alıp hızlı adımlarla uzaklaştı. Demek ki güçlünün de güçlüsü var. Patronun da patronu... Herkes bir üstünün iştahını dolduruyor.
Artık gitme vakti. Doğan Gün'e... Ölüm bana varmadan koleksiyonumun öksüz kalmasını önlemeliyim. Kırmızı dut ağacını karıncalarla yalnız bırakarak doğruca dosta. Hayatın keşmekeşlerini geride bırakarak...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BİR TAHRİBAT MÜESSESESİ
Ficción GeneralZevat Tarumar, hayatının son evresinde, lenfoma teşhisiyle karşı karşıya kalan bir koleksiyonerdir. Bu teşhis, onun için bir son değil, yeni bir başlangıç anlamına gelir. Hayatın hüzünlü atmosferinde, geçmişiyle ve içsel dünyasıyla yüzleşirken, haya...