Bölüm | 3 | ' Bir Sessiz Çığlık '

152 21 0
                                    

İyi okumalar🍃
...

Ben, bir sayıyım. 28. Bir isimden çok bir etiket, bir yük, bir hatırlatıcı. İsmim ilk ne zaman unutturuldu, hatırlamıyorum. O zamanlar altı yaşındaydım. Çocuk aklımla, bir gün eve döneceğimi sanıyordum. Ama ev diye bildiğim o yer... cehennemden başka bir şey değilmiş.

Her şey o evde başladı. “Ailem” dediklerim beni sattıklarında, kalbimde bir şeyler kırıldı. O yaşta bile bunun geri dönülemeyecek bir şey olduğunu anlamıştım. Birileri beni aldı, götürdü, o örgütün pisliğinin içine attı. İlk gün bile bana ne olacağını anlamıştım—ama işin kötüsü, kabullenmek zorundaydım. Oradan kaçış yoktu. İstediğin kadar ağla, çığlık at, yalvar… Kimse duymayacak.

İlk cezamı aldığımda, sadece yanlış yere oturduğum için kırdılar kolumu. Düşünüyorum da, belki de en hafif cezam oydu. O zamandan sonra kim olduğumu, ne olduğumu yavaş yavaş silmeye başladılar. Sanki bir kişi değil de, deney faresiymişim gibi. Her şeyle test ettiler beni—kimyasal maddeler, zehirler, haplar... Her gece bedenime enjekte ettikleri şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Ama zamanla hissetmeye başladım: Önce midemde bir ateş, sonra kalbimde bir titreme ve sonunda nefes alırken ciğerlerimde yankılanan bir yanma hissi.

Başta direnmek istedim. Kendimi zehirlenmiş hissettiğimde onlara bağırdım, yalvardım. Ama her seferinde daha fazla acıyla geri döndüler. Beni kırmanın, şekillendirmenin yollarını biliyorlardı. Bir insanı nasıl parça parça yok edeceğinizi öğrenmek için uzman olmaya gerek yok—sadece yeterince acı verin, o kişi kendi kendini yok eder.

Bir keresinde, konuşmadığım için günlerce bodruma kilitlediler. Küf kokusuyla kaplı o beton odada, yemek ve su olmadan bekledim. Zamanın akışını bile unuttum. Beynim, bedenimin açlığını unutmak için bana oyunlar oynamaya başlamıştı. Hayaller görüyordum... ama sonra geri geldiler. Ve o gün bir şeyi öğrendim: Ölüm bile lüks olabilir. Ölmek istiyorsan, önce yaşaman gerektiğini anladım.

Ölmek istememiş miydim sanıyorsun? Defalarca. Kendi boğazımı kesmeye kalktım, bileklerimi kesmek için kırık cam aradım. Ama ne zaman denesem, birileri beni bulur ve karşılığında başka bir çocuğun canını tehdit ederdi. “Sen gitmeye kalkarsan, yerine başka birisi ölür” derlerdi. Ve ben onları dinlemek zorundaydım. Canımı korumak değildi amacım. Ama o çocukların gözlerindeki korkuyu görmek, her seferinde beni vazgeçirirdi.

Benim için fiziksel acı, sadece başlangıçtı. Asıl işkence, beynimin içindeydi. Geceleri uyanık kalmak zorundaydım—rüyalar bile tehlikeliydi. Rüyalarımda, özgür olduğumu görürdüm. Ailemle bir sofrada oturur, mutlu olurduk. Ama sabah uyandığımda gerçek, soğuk bir bıçak gibi ruhuma saplanırdı. Gerçek, acımasızdı: Ben yalnızdım, satılmıştım ve artık hiçbir yere ait değildim.

---

Zamanla anladım ki, ben sadece bir kobaydım. Onların gözünde ben, test edilecek bir bedenden ibarettim. Enjektörler, ilaçlar, acımasız eğitimler… Bana verdikleri zehir, damarlarımda sessiz bir savaş sürdürüyordu. İlk başlarda sadece midemdeki kramplarla başladı. Sonra öksürükler geldi, kan tükürmeye başladım. Doktorlar hiçbir şey yapmadı; aksine, ne kadar dayanabileceğimi görmek istediler.

Her şey içimde çürüyordu. Bazen hissettiğim tek şey açlık olurdu—ama yiyemezdim. Midem o kadar yara almıştı ki, ne yesem geri çıkardı. Bir bardak su bile bana lüks gelirdi. Kalbim zayıflamıştı, her atışı yavaş ve zorlayıcıydı. Ama yine de ayakta kalmamı istediler, çünkü ölmek... onlara göre henüz ödül sayılırdı.

---

Bana söyledikleri her emri yerine getirdim, çünkü başka çarem yoktu. Silah taşırken ellerim titrerdi, ama kimse fark etmezdi. Bilgisayar ekranına her bakışımda, özgürlüğe dair bir şeyler bulmayı umardım. Kendi ailemi araştırdım, ama her bilgi bana karanlık bir duvara çarpıyordu. Gerçekten kim olduğumu, nereye ait olduğumu bile bilmiyordum.

Beni, benden bile çalmışlardı. Zamanla aynada gördüğüm yüz bile yabancı gelmeye başladı. O çocuğu tanımıyordum. 17 yaşındaydım ama kendimi 70 yaşında gibi hissediyordum—bitmiş, tüketilmiş ve yalnız.

Ve şimdi buradayım. Bir sorgu odasında, karşımda iki yabancı. Beni çözmeye çalışıyorlar, anlamaya çalışıyorlar. Ama kimse beni gerçekten anlayamaz. Anlatamam çünkü anlatmak, beni daha da çıplak bırakır. Onların gözünde sadece bir suçluyum belki de. Oysa ben, sadece hayatta kalmaya çalışan bir çocuğum.

Konuşamam, çünkü konuşmak her şeyi mahveder. Sessizlik, benim tek sığınağım. Ama onların gözlerinde bir şey görüyorum... bir anlık merhamet. Ve o an, içimde bastırdığım her şey yerinden kıpırdıyor. Belki bir anlığına, özgürlüğün mümkün olabileceğine dair aptalca bir umut.

Ama hayır. Buradan kurtulursam bile, o günlerin izleri peşimi bırakmayacak. Çünkü 28 olmaktan kaçış yok. 28, benim üzerime kazınmış bir damga artık. Ve her nefesimde, her adımımda bu yükü taşımak zorundayım.

---

Belki de tam burada bitmesi gerekiyordu. Ama hayat, kapanışa izin vermez. Her hikaye, yeni bir acıyla devam eder.

Sorgu odasında yüzlerindeki ifadeleri anlamaya çalışıyorum. Gözlerinde öfke, merak ve... belki de bir şey daha. Belki suçluluk. Neden olduğunu bilmiyorum. Ama hissettiğim şey, onların beni çözmeye çalıştıkları kadar benim de onları çözmeye çalışmam. Özellikle biri—o asker olan, daha soğukkanlı duran adam. Gözleri uzun zamandır bir şeylere tanık olmuş gibi. Ama yine de, bir anlığına bakışları yumuşuyor.

"Adın ne?" diye soruyor. Sesi tuhaf bir şekilde tanıdık geliyor. Ama bana bir şey ifade etmiyor. Yine de cevap vermiyorum. Çünkü verecek bir ismim yok.

O anda, polis olan diğer adam öne doğru eğiliyor. "Bak, bu iş bir oyuna dönüştüğünde senin kaybedeceğini biliyorsun, değil mi?" diyor. Sesinde hem tehdit hem de sabır var.

Oysa ben, bu oyunun kurallarını onlardan önce öğrendim. Öyle tehditlerle pes etmeyi çoktan unuttum. Çenemi sıkarak, gözlerimi kaçırmadan bakıyorum onlara. Sadece burada değil, hayatın kendisinde kaybetmiş biri olarak korkulacak bir şeyim kalmadı.

"Hiçbir şey söylemeyecek misin?" diye tekrar soruyorlar. Bacaklarımdaki ağrı zonklamaya devam ediyor, ama acıya alışığım. Neredeyse rahatlatıcı bile geliyor. Acı, bana hâlâ hayatta olduğumu hatırlatıyor. Konuşmamı bekliyorlar. Ama konuşmak... hayır, bu onların zaferi olur.

Zihnim geri sarıyor. Geçmişin hayaletleri hücum ediyor. Beni açlığa terk ettikleri günler, kemiklerime kadar işleyen soğuk, üzerimde denedikleri ilaçların yan etkisiyle gördüğüm kabuslar... Ağzımı her açtığımda bir daha nefes almayı zorlaştıracaklarını biliyorum. Yine de bana bakarken gözlerinde tuhaf bir şey var. Sanki bir şeyleri anımsamak ister gibiler. Ama neyi?

Asker olan adam, bana bir kez daha bakıyor. Sanki bana bir şey söylemek istiyor, ama kelimeleri bulamıyor. "Neden bunu yaptın?" diye soruyor. Sorunun ağırlığı bile farkında olmadığım bir yükü omuzlarıma bırakıyor. "Neden bunlara karıştın?"

Onun bilmediği şey, cevap vermemenin bazen hayatta kalmanın tek yolu olduğudur. Konuşmamak, canını kurtarabilir. Konuşmaksa her şeyi mahveder.

Sessizliğimi inatla sürdürüyorum. O da fark ediyor. Birkaç saniye süren bir bakışma oluyor aramızda. Gözlerimin içine bakıyor, sanki beni anlamaya çalışıyor. Sanki orada, bu acının, bu yorgunluğun ardında başka bir şeyler arıyor.

Sonunda geri çekiliyor. Polis olan adam ise pes etmiyor. Elini masaya sertçe vuruyor, sorgu odasında yankılanan tok sesiyle. "Bak, bunu zor yoldan yapmanı istemiyoruz!" diyor.

Başımı eğiyorum. Yorgunum. Hem fiziksel olarak hem de ruhen tükenmişim. Onlara söyleyecek hiçbir şeyim yok. Çünkü ne anlatırsam anlatayım, hiçbir şey değişmeyecek. Bu dünyada kimseyi gerçekten kurtaramazsın. Beni de kurtaramazlar.

Sessizlik yine aramıza giriyor. Bu kez daha ağır, daha soğuk. Sanki herkes, o anın yükünü sırtında hissediyor. 28’in hikayesi burada bitmeyecek—ama belki de onlar henüz bunun farkında değil.

...

Oylamayı unutmayınız! Sonraki bölümde görüşmek üzere...

28: Ölümden ÖnceHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin