Rüzgargülü/Bölüm 7

1.7K 93 19
                                    

Keyifli okumalar! 📚
Kaşları çatık, gözleri ıslak ve titrek çenesiyle etrafa boş bakışlar atan Rüzgar, birkaç gündür gördüğüm adamdan bir hayli farklıydı. Üzgün olduğunu biliyordum, ee, acısı da vardı ama bunlarla birlikte onda hissettiğim bir şey vardı; öfke... Hastahaneye gelmiş olmamız durumu ne yazık ki değiştirememişti. Sanki uçurumun kenarında duran bir taşa rüzgar değmesi ile aşağı, kayalıkların arasına düşüşü gibiydi, Gökçe'nin aramızdan ayrılışı... O gitmişti ve kayaların arasında onu bulmak çok zordu, hatta imkansız... Üstelik o taşın canının yanıp yanmadığı muammaydı.
Beyaz çarşafı üzerine örtmek suretiyle iki görevli hareketlenmişti ki Rüzgar onlara engel oldu. Çarşafı yere fırlatıp Gökçe'yi kolları arasına aldı. Ona sarıldığında kokusunu içine çekti. Belki de bu kokuyu ömrü boyunca hatırlayacaktı. Ya da onu anımsamak için kendini zorlayacaktı. Eğer kokuları saklayabilseydik, şüphesiz ki Rüzgar onun kokusunu bir kavanoza saklar ve bir ömür saklardı. Gözyaşları birer birer Gökçe'nin yüzüne akarken içindeki haykırışı kendimde hissettim. Bir an yüzündeki yaşların onu hayata döndürmesini istedim. Ama bu mucizenin gerçekleşmesi mümkün değildi. Fırtınalı ruhunu kasırgaya çevirişini bir müddet izledim. Ona doğru bir adım atmak ve acısını ona sarılarak daha çok hisettmek, paylaşmak istiyordum. Ne yazık ki yapamamıştım. Sessiz hıçkırıklarımı içime atıyordum. Nefes almak bile zorlaşmıştı, benim için. Rüzgar, Gökçe'nin kulağına eğilip gözyaşları içinde bir şeyler söyledikten sonra sımsıkı sarıldı ve yüzünün her zerresini öptü. Yatağa bırakıp yere attığı çarşafı alıp yavaşça örttü. Yüzü açıkta kalınca son kez baktı. Gitme, geri dön... der gibiydi. Ancak elden gelen hiçbir şey yoktu. Cennet kuşu olup kanatlarını çırpmış ve bu dünyadan çok daha güzel bir yere uçmuştu.
Rüzgar ıslanmış kirpikleri arasından bana baktığında ne yapmam gerektiğini bilemedim. Kapının diğer tarafından ağlayan anne ve babasına bakıp başımı eğdim. Rüzgar'ın ayakkabısından çıkan ses yüreğimi parçalara bölmüştü. Topuğunun çıkarttığı ses odada yankılanırken Nihan teyze baygınlık geçirdi. Yanına gitmek istediğimde Rüzgar beni durdurdu. Gülümseyerek konuştu. ''O sadece bayıldı. Miniğim ise öldü.'' Cümlesinin sonunda gözünden bir damla yaş akarak yanağından süzüldü. ''Gökçe'nin bizi izlediğine eminim, gülümse...'' Şizofrenik bir hareket olduğunu düşünsem de verdiği en doğal tepkiydi. Durumu kabullenmekle inanmamak arasındaydı. Ben daha çok kabul etmiş gibiydim... ''Gidelim...'' Gerekli işlemleri babasının halledeceği belliydi. Fakat önceliği eşiydi. Onunla ilgilenmesi gerekiyordu. Annemlere kısa bir bakış attıktan sonra hastahaneden ayrıldık. Benim anne ve babam da Çetin amcanın yanında kaldı. Nihan teyzenin durumu da malumdu. Kendine gelmesi birkaç saat sürecekti, kanaatimce...
Hastahanenin kapısından büyük bir hışımla çıkan Rüzgar'a yetişmekte zorlanıyordum. Öyle ki yanına vardığımda o aracına çoktan binmiş karmakarışık duygular içinde beni bekliyordu. Kalmamı isteyebilirdi. Veya beni orada öylece bırakıp gidebilirdi. Ama yapmamıştı. İyi ki de yapmamıştı. Eğer gitseydi aklım büyük bir ihtimalle onda kalacaktı.
Çok geçmeden eve vardığımızda evimin önünde inmem için durdu. ''Bir şey istersen evde olacağım...'' Onunla gelmiştim ama hastahanede durmam yerine evimde beklememi istemiş olmalıydı. Bir şey demedim ve arabadan indim. Yedek anahtarı aldığım sırada biraz ilerideki olan evinin önünde durdu ve aracının kapısını bile kapatmadan evine girdi. Zaman kaybetmeden içeri girdim ve saatlerdir içimde tuttuğum sessiz ağlayışlarımın yerini bağırışlara bıraktım. Çok üzülmüştüm. Kabullenemeyeceğim bir durumdu. Evet, ölümün yaşı yoktu. Hayvanlar, hatta bitkiler bile ölebiliyordu. İnsanların ölmesi de böyle olağan şeylerle birlikte gayet normaldi. Fakat kendimi Gökçe'nin yerine koyduğumda, yani ben küçük bir kız çocuğu olduğumda işler benim açımdan nasıl görünür diye düşündüm. Yüksek bir ihtimal ağrılarım beni uyutmaz ve canımı hiçbir şeyde olmadığı kadar yakabilirdi. Devamlı hastahane kapılarından geçer, doktorun birkaç sözünü işitir ve rutin yaşantıma devam ederdim. Tabii devam etmenin asıl anlamı bunlar değilse... Gökçe çok acılar çekmiş olmalıydı ve onun için diğer yandan sevinmiştim. Artık canı acımayacaktı. Ağrıları olmayacaktı. İyiymiş gibi davranmayacaktı. Küçük bedeninin kaldıramayacağı ağırlıktan kurtulmuştu. Belki de bu kendimi avutma şeklimdi. Rüzgar da böyle miydi? Şu an az çok tahmin ettiğim hislerinin yanında kendini yiyip bitiren düşünceleri tam olarak neydi? Kaç güne ya da kaç aya, veyahut kaç yıla kadar düzelirdi? Bu konuda herhangi bir fikir de üretemiyordum. Kafam allak bullak olmuştu. Kendimi kanepeye atıp ağladığımda kendimi Rüzgar'ın yerine de koymak istedim. Birinden destek almak ister miydim? Evet. Peki birinin beni yalnız bırakmasını da ister miydim? Tabii ki... Kararsızlık yaşıyor olabileceği kesindi ama aynı kararsızlığı ben de yaşıyordum. Hızla düşünüp çabuk karar vermeliydim. Onun yanına gitmeli miydim? Yoksa acısı ile baş başa mı bırakmalıydım?
Yanağımdaki ıslaklığı elimin tersiyle kurulayıp derin bir nefes aldım.En iyisi Rüzgar'ın ne istediğini öğrenmekti. Evden çıkıp kapısının önüne geldim. Elimi yumruk kapıp çelik kapıya hunharca vurmak isterken içeride bir şeyin kırıldığını duydum. Kapıyı tekmelemediğim kalmıştı ki kısa bir zaman sonra kapı aralandı. ''Hayır, herhangi bir şeye ihtiyacım yok. Teşekkürler.'' Saniyeler önce açtığı kapıyı kapatmak üzereyken durdurdum. ''Ne var?'' dedi tok sesiyle. ''Bir şey mi diyeceksin? O halde söyle ve git.''
''Ben...'' dedim lafı ağzımda gevelemeye başlayıp. ''Şey için...'' Kapı yine kapatmak üzereyken çabucak konuştum. ''Seni merak ettim.'' Omuz silkti. ''İyi misin?'' Bu çok mantıksız bir soruydu. Tabii ki de iyi değildi. ''Değilsin...'' dedim alçak bir ses tonunda.
''İyiyim, sorun yok.'' dedi kapıyı tamamen açarak. Üzerindeki gömleğin düğmeleri açıktı. Aslında daha çok düğmeleri yoktu. Sanırım gömleğini yırtmak istemişti. Bir eli arkasındaydı ve bu beni telaşlandırmıştı. ''Harikayım! O kadar iyiyim ki anlatamam.'' Küçük bir kahkaha attı. ''Yıllardır baktığım, gözümden sakındığım küçük kızımız dünyaya gözlerini yumdu. Yine de iyiyim.''
''Affedersin, seni üzmek istememiştim.'' dedim ona doğru bir adım atıp.
''Sen mi?'' dedi gülerek. ''İnan bana bu durumda beni hiç kimse üzemez.'' Ondan izin almadan içeri girdim. Aklım arkasına sakladığı elindeydi. ''Yalnız kalmak istiyorum.'' dediğinde beni istemediğini anladım.
''Biliyorum.'' dedim akmaya devam eden gözyaşımı silerken. ''Onun bizi izlediğini söylemiştin, değil mi?'' diye sordum. ''Böyle yapmamalısın.''
''Ne yaptım ki? Hiçbir şey!'' Elini tutup bakmaya kalktığımda geri çekti. Kanıyordu ve elime de bulaşmıştı. ''Hem sen ne anlarsın ki bunun nasıl bir his olduğundan? Ne hissettiğimi biliyor musun? Sen de hissediyor musun? Hayır! Bilmezsin... Çünkü sen kalpsizsin. Kin tutmayı bir halt sanan kadının tekisin. Düşmanımdın, değil mi?'' Sözleri kalbimi acıtıyordu. Bir an teklediğini hissettiğimde sarsıldım. ''Neden buradasın? Benimle dalga geçmek için, biliyorum. Rüzgar Kalender nasıl güçsüz görünüyordur diye görmek istedin. Amacın ne? Başka neler planlıyorsun? Benden yararlanmak mı istiyorsun? Belki onun son sözlerini kullanıp beni öldürmeyi düşünüyorsundur...''
''Saçmalama!'' derken sesimi çok fazla yükseltmiştim. Acısı onu öfkelendiriyordu belli ki ama canımı acıttığını bilmeliydi. ''Bu söylediklerine inanamıyorum. Ben böyle bir insan değilim, Rüzgar. Ben sadece bu kötü gününde...'' Devam etmedim. Kendimi yormamın hiçbir faydası yoktu. ''Ben gidiyorum.''
''İsabet olur.'' dedikten sonra kapıyı sert bir şekilde kapattı.
Kırılmış bir kalp ve bitap düşmüş bacaklarla evime doğru koştum. Eve girdiğimde kapı arkamdan öyle bir kapanmıştı ki bir adım daha atamadım. Üçüncü merdiven basamağında oturup dizimi göğsüme çektim. Karşımda duran çerçevenin içindeki güzel aileme baktım. Dedem, anneannem, kardeşim Onur, anne ve babam bir aradaydı. Ben de vardım. Herkes birbiriyle uyumlu giyinmişti. Annem, ben ve anneannem siyah kalem etek, üzerlerimize de beyaz ipek bir gömlek ve topuklu stiletto ayakkabı ile kesinlikle mükemmel görünüyorduk. Dokuz veya on yaşındaydım. Benden yaşça büyük annem ve anneannemin bana ayak uydurması abes kaçabilirdi ama bu şekilde tam bir Hanımefendi olmuştum. Onur beş ila altı yaşlarındaydı.Siyah kumaş pantolon ve beyaz gömlek üzerine giydiği siyah süveter içindeyken ciddi bir duruş sergilemesi gerekirken gözlerini şaşı yapmıştı. Dedem ve babam da Onur'un kıyafetinin aynısından giymişlerdi. Değişik ve komik bir kareydi. Bu fikir Onur'a aitti. İzlediği bir çizgi filmde gördüğünü söylemişti. Hepimiz buna gülsek de hoşumuza gitmişti. Babam her ne kadar ona kızsa da bu fotoğrafı buradan hiç kaldırmayı istememişti. Arada bir bakıp güldüğünü biliyordum, hatta onu özlediğini de ama hiç kimseye onun hakkında ufacık bir şey dahil söyletmiyordu. On yedi yaşındayken evden gittiğinde onu her yerde aramıştım. Ancak nereye gittiğini, ne yaptığını hiç öğrenememiştim. Üç yıldır onu görmüyordum. Başına bir iş geldiğini ne zaman düşünsem bana çok geçmeden ulaşıyordu. O da öyle bir andı ki maillerimi kontrol etmeyi akıl edebilmiştim. Nadir de olsa benimle bu şekilde iletişime geçiyordu. Odama koşarak dizüstü bilgisayarımın açma düğmesine basıp bekledim. Bir dakika içinde açıldığında internete girmek için sayfayı açtım. Kalbim çok hızlı atıyordu. Onun bana yine ulaşmış olması için dualar etmeye başladım. Sayfa açıldığında bilgilerimi girdikten sonra gelen maillere baktım. İşte! İşte oradaydı... Bana attığı mail uzun zamandır temizlemediğim bilgisayarımın ekranındaydı.

Rüzgargülü •Tamamlandı• / •Düzenleniyor•Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin