3 Yıl önce;
Beyaz duvarlar, beyaz çarşaflar, beyaz kıyafetler. Bu kadar beyazlığın hakim olduğu bu odada, bir tek zıtlık vardı, o da bendim. Vücudumda narkozun son kırıntıları dolanıyordu, birazdan yılların getirdiği zorluklardan dolayı gülümsemeyi unutan hemşirenin odama damlayacağını biliyordum.
Gülümsemek, hep mutlu olduğumuz anlamına mı gelirdi? Oysa insanlar, ağlayarakda mutluluğunu göstermesini seven varlıklar.
Yeni doğan bir sabi bile, ciğerlerine dolan ilk nefesle ağlamaya başlar, çünkü koca bir hayatı bir nefese sığdırmak zordur. Lâkin öldüğümüzde, ciğerlerimizi dolduran son nefesimiz bizden zorla alınır. Ruhumuz ne kadar debelense de bir faydası olmaz çünkü ölüm, onu bedenimizden vahşice koparır.
Bazıları benim gibi hem gülmeyi, hem de ağlamayı unuttuysa eğer, elimizde tek bir seçenek kalır; Ifadesizlik. Asıl zor olan da bu değil mi? Suratınızın en ufak bir hareketiyle sarsılacak olan ifadenizi zabt etmek.
Sırtım kapıya dönük bir şekilde camdan dışarıyı seyrediyordum. Hiç unutmam, mevsimlerden son bahardı. Rüzgârın sert darbelerine dayanamayan yapraklar, teker teker yere savruluyordu. Dökülen her yaprak ise ağacın gözyaşlarını temsil ediyordu.
Ben de zamanında, bir ağacın dallarında var gücüyle tutunan bir yapraktan ibarettim. Bir gün öyle bir fırtına koptu ki, ağacın tüm güzelliğini sergileyen yapraklar, insanların ayağının altında buldu kendini.
Ben de kendimi rüzgârın rotasına bırakmış, uçuyordum. Nereye savrulduğumu bilmeden, tüm benliğimi rüzgârın esintisine bırakmıştım. Ama bir gün, ben de yıpranmış bir halde yerde buldum kendimi, tıpkı diğer yapraklar gibi. Kimin ezeceğini bilmeden, kimin inciteceğini bilmeden.
Beni düşüncelerimden sıyıran, kapının hiddetle açılması oldu. Hemşirenin geldiğini düşünerek kafamı çevirmedim. Beynimi, birkaç saat de olsa uyuşturmasına yardımcı olan haplarımı getirmiş olmalıydı.
Tüm ihtimallere karşı her saat başı kontrolle geliyordu ve belki de, varlığına alıştığım tek kişiydi. O burada yokmuş gibi davranıyordum, o da işini hallettip, hızla odadan çıkıp gidiyordu.
Kapıyı kapatmadan önce, bana bulaşıcı bir hastlığım varmış gibi bakmayı ihmal etmiyordu. Fiziksel olarak burada olduğumu hissetsem de çok iyi biliyordum ki, ruhumun derinliklerinde, 'Yaren' diye bir kavram yoktu artık. Onu kimsenin bulamayacağı, kimsenin ulaşamayacağı bir yere gömmüştüm.
Zeminde tok sesler bırakan ayakkabı, bir hemşireye göre çok... sertti. Gözlerim korkuyla aralanırken, yattığım yerden hızla doğruldum ve beni dikkatlice izleyen kömür karası gözlerle karşılaştım.
Gözlerinin kahverengisi o kadar yoğun bir kıvamdaydı ki, ürpermeden edemedim. Bana doğru bir adım attığında, boğazımdan yukarıya doğru korkuyla harmanlanmış bir ses çıktı.
Bunu yapmam onu durdurmaya yetmişti. Monitörden yükselen ses, kalp atışlarımın hızını haykırıyordu adeta. Bana yaklaşmasını istemiyordum, uzun bir boyu vardı ve daha çok taze olan korkumla yüzleşmek, beni dehşete düşürüyordü. Kelimeler dilime kadar yükselse de, inatla geri yolluyordum onları.
"Korkma. Yalvarırım korkma, sana yardım etmek için buradayım." dediğinde, bir elini havaya kaldırmış beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
Bana doğru tekrardan bir adım attığında, sıkıca kavradığım yatak örtüsünü serbest bıraktım ve hızla ayağa kalktım. Ihtiyaçım olan tek şey mesafeydi. Yüzümdeki korkuyu görmüş olacak ki, havada tuttuğu elini usulca indirdi. Gözlerinde yakaladığım çaresizlik, tüm çıplaklıyla ortadaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIK (Askıda)
Mystery / ThrillerNefeslerimiz birbirine karışırken tuttuğu bileklerimi kaldırıp duvara yasladı ve kaçmamı tamamen engelledi. Ne kadar debelensem de, bir faydası yoktu. Benden daha güclüydü ve o da bunun farkındaydı. Gözlerini gözlerime dikmiş, dikkatlice beni izliyo...