Melek sonunda dayanamayıp ağlamaya başladı.
"Hey! Hey... Dur bakalım neden ağlıyorsun şimdi? Hadi anlat canım ne oldu?"
"Jülide abla... Kardeşim..."
Yanına diz çöktüm ve omuzlarından tutup yüzüme bakması için kendime yaklaştırdım.
"Bebek mi?"
Evet anlamında başını salladı. Merakım ve endişem katlandı benimde, bir an önce öğrenmek istiyor, kötü bir şey olmaması için de dua ediyordum.
"Ağlamaya devam edersen anlatamazsın ve ben de yardımcı olamam değil mi?"
"Jülide abla çok ağlıyor... Daha önce gelecektim ama çekindik. Kaç saattir susmayınca, annem çok korktu. Ölecek gibi... Dayanamadım ve koşup geldim."
"Dur bakalım sakin ol, şimdi gider bakarız. Sen beni burada bekle geliyorum."
Gür çocuk sesiyle ağzından çıkan "Ölecek gibi" kelimeleri beynime tokat gibi inmişti. Anahtarı bulup karşı kapıyı açmak ve ateş ölçeri alıp tekrar içeriye dönmek arasında geçen zaman, bana çok uzun geldi. "Ölecek gibi... Ölecek gibi...." Kulaklarımda çınlarken, elim ayağım birbirine dolandı resmen. Kuş olup oraya uçmak istiyordum. Üzerimi giyinip, vestiyerden şemsiyemi aldım. Kapıları kilitledik ve Melek ile birlikte kendimizi dışarıya attık. Neyse ki yağmur dinmişti, koşa koşa evlerine geldik. Çamurlu bahçeden ayaklarımız bata çıka yürüyerek merdivenlere ulaştık. Yukarı çıkınca Melek, yıllarca açılıp kapanmaktan eskimiş ve çivit mavisi boyası dökülmüş kapıyı gıcırdatarak açtı.
İçeriden gelen sıcak havaya bebeğin çığlıkları eşlik ediyordu. Açık kapıdan dalga dalga yayılan tiz çığlıklar geceyi yırtacak kadar şiddetliydi. Gülistan, kucağında salladığı ağlayan bebekle karşıladı bizi. Bebeğiyle eşit paylaştığı acı, çökmüş yüzünden apaçık okunuyordu. Nemli kızarmış gözlerinin etrafını saran ince deri şişmiş ve halka halka morluklarla çerçevelenmişti. Beton zemin üzerine, eski yün bir halı serilmiş salonda ilerleyip, sağdan ilk odaya geçtik. Ev biraz havasız olsa da mis gibi bebek kokuyordu her yer.
Oda; geniş, sade ve naifti. Üç tane ahşap sedir U şeklinde yerleştirilmiş, üçünün de üzerinde yün döşekler ve yaslanmak için büyük dikdörtgen biçiminde üç tane kırlent bulunuyordu. Yere, duvardan duvara rengi soluk fakat temiz halı serilmişti. Kapının sağ tarafında gürül gürül yanan soba ve üstünde olmazsa olmaz kaynayan güğüm.
Sol yanı da ortanca çocuğu oyalamaktan başka bir işe yaramayan, çok renkli ve çirkin çizimli bir çizgi filmin açık olduğu eski model televizyon doldurmuştu. Odanın içinde hızla gezinen gözlerimi yeniden Gülistan'a çevirdim. Henüz söylemese de yorgun gözleri sıcacık ve yürekten "Hoş geldin" diyordu. Vakit kaybetmeden diliyle de gözlerini tasdik etti.
O, oturmak için yer gösterdiğinde bende ağlayan bebeği almak istedim. Hiç düşünmeden ve anında derman olacağımı ümit ederek kollarıma bırakıverdi. Dört kilo olduğunu tahmin ettiğim ağırlığı, saatlerdir taşımış olmanın yorgunluğu üzerinden kalkınca omuzları düştü. Melek haksız sayılmazdı, zavallı miniğin ağlaması insanın içini parçalıyordu. Hemen ateşini ölçtüm. Normaldi. Sonra Gülistan'ı soru yağmuruna tuttum.
İki gün önce başlamış huysuzluğu, dün Kozan'a hastaneye götürmüşler. Muayenesinde ve yapılan tetkiklerde hiçbir hastalık bulgusu tespit edilmemiş ve gaz sancısı teşhisi konulmuş.Doktor kontrolünden geçmiş olması içimi fazlasıyla rahatlatmıştı. "Gaz sancısı" demişlerdi ve ne yapacağımı biliyordum.
Sedirin üzerine temiz bir örtü açtık ve gevşek kundak yapılmış bebeği yatırdık. Serbest kalan ayaklarını karnına çekerek derdini anlattı.
Başını ellerinin arasına alıp, yanımızda çaresizce dikilen Gülistan'a güven vermek için kısa süreliğine baktım sonra küçük İbrahim'e döndüm
"Evde zeytinyağı var mı?" Diye sordum.
İstediğim şeyin evde bulunmasına şükredip, yoksa bile dünyanın öbür ucuna gidebileceğini anlatmak ister gibi gözleri Işıldayan Gülistan "Olmaz olur mu!" Dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
"AL" KİTAP OLDU
HorrorEfsaneler belki gerçektir, belki de değil.. Kadim lanet, paslı bir çapanın ucuyla yeniden gün yüzüne çıktı. O, gece kadar kara kan kadar kızıldı. Çığlıklarla beslenip, nur topu bebeklerin gülücüklerle süslenecek pembe dudaklarını ve anaların yüreğ...