Kalabalığın içinde Hüsnü amcayı görür gibi oldum, beni meşgul görünce odaya geçmişti herhalde... Neyse aşılarım bitti gidip bakabilirdim artık. "Misafirim gelecek" diyordu. Benimle tanıştıracaktı.
Odamın kapısını açtığımda gözlerime inanamadım. Bu o sersem kaba adamdı! Öksürükten boğulmak üzereydi. Boğulsun... Öksürükten mi yoksa fırlamış gözlerini bana diktiğinden mi bilmem ama yüzü pancar gibi kızarmıştı. Benim de yanaklarımda karıncalanma ve yanma hissi... Galiba kızarmıştım, nabzımda hızlandı. Gece boyunca suratına tokat yapıştıramamanın pişmanlığıyla kıvranmıştım. Şimdi tam sırasıydı. Yok! Yok! Böylesine aciz durumda birine kötü davranmak bana yakışmazdı.
Bir dakika! Taşlar şimdi yerine oturuyordu, Hüsnü amca "İstanbul'dan bir araştırma görevlisi köyümüze gelecek" demişti. Dün, önceki gün ve bugün karşılaşmamız tesadüf değilmiş demek ki. Bu o! Yok canım! Olabilir mi? Dün bana muhtarın evini sormuştu. Çok merak ettiğim halde ilgilenmemiş gibi yapmıştım.
Hiç bir şey demeden çıktım ve mutfaktan bir bardak su alıp döndüm. Kesik kesik öksüren adama uzattım. Kıpkırmızı gözleriyle bana bakıp suyu alırken, neler düşündüğünü kestiremedim. Yerime geçerken o da suyunu içiyordu ve Hüsnü amca sessizliği bozdu.
"Kızım kusura bakma izinsiz girdik ama başın çok kalabalıktı."
"Olur mu öyle şey Hüsnü amca? Ne kusuru?"
Adama bakarak devam etti "Mehmet, bir ay boyunca misafirimiz olacak. Neydi oğlum dilim dönmüyor?"
Demek Mehmet miş adı... Hımm... Çatallaşmış sesle atıldı.
"İstanbul Üniversitesinde Antropoloji doktorası yapıyorum ve tez çalışmam için buraya geldim. Pek hoş karşılaşmamız olmadı ama... Ben Mehmet Çeliker"
Henüz oturmamıştım ve ayakta dinliyordum, birden bende şiddetle bir kez öksürdüm ve şaşkınlığımı gizlemeden elimi uzattım.
"Jülide Özdemir. Katılıyorum hiç hoş değildi..."
Tokalaştıktan sonra oturup gözlerimi masaya diktim, konuşmak istemiyordum. Kim olursa olsun hala kızgındım. Fakat ortak iki noktamız vardı; özlemini çektiğim İstanbul ve üniversite... Bunlarda yumuşamama yetmemişti.
Hüsnü amca ortamı samimiyete dönüştürmek isterken biraz benden ve sağlık evinden, biraz da ondan bahsediyordu.
Kapı duvara çarparak açıldığından hepimiz aynı anda baktık. Benim yaşlarımda bir delikanlı nefes nefese karşımıza dikildi. Yüzü beyaza çalan sarı renge dönüşmüştü, deyim yerindeyse hayalet görmüş gibiydi. Zar zor konuşmaya çalışırken Hüsnü amcaya bakıyordu.
"Muhtar emmi! Yetiş! Babam...."
"Erol ne oldu oğlum?"
Hüsnü amca yerinden fırlayıp delikanlıya doğru gitti.
"Muhtar emmi! Hadi!"
"Oğlum dur bir sakinleş hele, ne olmuş Menderes'e?"
Erol, iki kelimeyi bir araya getiremeden yere yığıldı. Hüsnü amca ve diğeri kalkıp koltuk altlarından tutup doğrultmaya çalıştılar fakat sabun gibi kayıyordu.
"Salona! Muayene masasına yatıralım" dedim heyecanla. Bir kez daha sıkıca kavrayarak salona geçirdiler. Ayaklarını yükselterek yatırdık. Odaya koşup tansiyon aletini aldım ve kolunu yukarı çekip manşeti el çabukluğuyla sardım. Manometreyi şişirip tansiyonunu aldım. Biraz düşüktü. Bir parça pamuğa alkol döküp burnuna tuttum. Yüzünü buruşturarak gözlerini açtı. Tek tek hepimize bakıp, ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Başını güçlükle doğrultarak, izin vermediğimiz halde kalkmaya çalıştı.
"Muhtar emmi, babam... Jandarmalar... Dedem!"
"Erol tamam oğlum, bak tansiyonun düşmüş. Kendine gel anlatırsın tek tek."
Mutfağa gidip bir bardak su daha getirdim. Hüsnü amca elimden alıp, Erol'un ağzına bardağı götürdü ve yudum yudum içirdi.
O sırada Mehmet'le göz göze geldik. Bir taraftan neler olmuş olacağını tahmin etmeye çalışarak gözlerini tavana dikip tekrar bana çeviriyordu.
Bense dün yaşadığımız olayı hatırladım ve donup kaldım. Benim önümde yürüyen kazma kürekli adam O Menderes'ti, arkamızdaki tüfekli dede ise babasıydı galiba... "Jandarma, babam, dedem" demişti Erol.
Parçaları birleştirince, zihnimde çok korkunç bir bütün şekillendi ama... Yok canım, daha neler... Baba oğul neyi paylaşamıyorlardı anlamış değildim. Öğrenmenin zamanı gelmişti sanırım.
Boğazında meydana gelen hareketle yutkunuşlarını izliyordum. Belki de su içmek şuan en son istediği şeydi...
Bardağı elinin tersiyle itip oturduğu yerden sıçradı ve dizleri titreyerek ayakta durdu. Alnındaki ter damlaları gözünden süzülen yaşlara karıştı. Titreyen ellerini yüzüne bastırdı ve kesik kesik çıkan boğuk sesiyle:
"Babam... Babam ölmüş...!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
"AL" KİTAP OLDU
HorrorEfsaneler belki gerçektir, belki de değil.. Kadim lanet, paslı bir çapanın ucuyla yeniden gün yüzüne çıktı. O, gece kadar kara kan kadar kızıldı. Çığlıklarla beslenip, nur topu bebeklerin gülücüklerle süslenecek pembe dudaklarını ve anaların yüreğ...