2-No Light, No Light: John Watson

703 46 8
                                    

"No light, no light in your bright blue eyes

I never knew daylight could be so violent

A revelation in the light of day

You can't choose what stays and what fades away" [1]

Çöl sıcağı.

Ölüm gibi.

Savaş.

Yaşamın bir parçası.

Çölün göbeğinde, savaşın ortasında, tüm insanlıktan sıyrılarak ama bir o kadar da insancıl nedenlerle koşturup duruyordu Yüzbaşı Watson. Ekibinden birinin vurulup düştüğünü görmüştü, postallarıyla kumul zemini eze eze koşuyordu. Niye? İşi bu olduğu için mi? Yoksa hayat kurtarmak için içgüdüsel olarak mı çabalıyordu?

Kurşunlar kendilerine has melodilerini çalıyorlardı, deli gibi atan kalbi patlayan silahlarla birlikte ritim tutuyordu ve o yerde yüzükoyun yatan askere ulaşmak için bedeninin sınırlarını zorluyordu. Yanına ulaştığında dizlerinin üzerine çöktü, vurulmuş adamı omzundan tutarak kendisine doğru çevirdi.

O an tüm patlamalar kesilmiş, kurşun vızıltıları susmuş ve sanki kalbi de atmaz olmuştu. Artık görmeyen bir çift mavi göz kendisine bakıyordu. Afganistan'ın keskin sıcağının aksine serin Londra havasında, boşlukta akar gibi yere düşen adamın gökyüzü gözleriydi. Bu cehenneme ait olmayan ancak o an kendi cehennemini yaşatan adamın artık bir ifadeye bürünemeyen bakışları...

John Watson o an sol omzunu delip geçeceğini bildiği kurşunun gelmesini istedi fakat her şey durmuştu, etrafındaki her şey bulundukları noktaya doğru beyazlaşmaya başlamıştı. Yerdeki adama baktı tekrardan, miğferden taşan bukleleri ve yüzünde kendine ince ince yollar çizen kan toza bulanmıştı. Başını gökyüzüne kaldırdı ve etrafındaki beyazlık kendisini de yutmaya başlarken ciğerlerini dolduran tozu atmak istercesine haykırdı...

O haykırış yatağında sıçradığında sustu. Üzerine yağmur çiselemişti sanki, üzerindeki tişört terden nemlenmişti. Onun altında oksijene muhtaç ciğerleri ve birazdan tişörtü de yırtıp fırlayacakmış gibi atan kalbi vardı. Yattığı yerden doğruldu ve elleriyle gözlerini ovuşturdu. Nefes alışını kontrol altına almaya çalışıyordu lakin kabusun gerçekliği çekilip gitmeden bu pek mümkün görünmüyordu.

Gerçeğini bir kez yaşadığı ama kabus olarak yüzlerce kez gördüğü vurulma anı değildi bu sefer uykusunda dehşete düşüren şey. Son zamanlarda bir lanet gibi gecesini bölen düşüş anı da değildi. Bu çok farklı bir şeydi, ilk kez canı böylesine yanmıştı. Gözlerinin açık olduğunu biliyordu, zira az öncesinin aksine etrafı kapkaranlıktı. Yine de bu onu zerre kadar rahatlatmadı. Bacaklarını çekti göğsüne doğru, kalbinin atışını dizinde hissedebiliyordu. Ellerini karman çorman olmuş saçlarının arasında gezdirdi ve bacaklarına sarıldı.

Acıyor...

Lanet olsun, çok acıyor!

Vücudu sarsılmaya başladığında, gecenin köründe birilerinin onu duyması endişesini zerre kadar taşımıyordu içinde. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Ne kadar sürdü bu, aylarca mı? Hayır, hâlâ aynı gecedeydi. Ama aylardır ruhu bir tokmakla eziliyordu. Sherlock Holmes intihar edeli aylar olmuştu. Ev arkadaşını- hayır, en iyi arkadaşının kendini yok etmesini izlemişti, öncesinde ya da sonrasında söylenen hiçbir şeyin o görmeyen gözlerin bakışları kadar önemi yoktu. Evet, hâlâ yaşıyordu. Bak, nasıl da atıyordu kalbi, ciğerleri neredeyse 6 litrelik hacmini doldurmak için havayı nasıl da çekiyordu içine. Yaşıyordu ve sanıldığı gibi dışarıda olup bitenden habersiz değildi. Bilmek, düşünce yönünü etkilemiyordu. Katatonik gibi değildi, bir amaç çerçevesinde günlerini geçiriyor da sayılmazdı. Zamanla kabuk bağlayan bu yeni yarasıyla da devam etmeyi öğrenecekti. Çünkü ne yazık ki hâlâ yaşıyordu.

Düşünyeri[BBC Sherlock]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin