"Günaydın efendim, ne için aramıştınız?"
On dakikadır başında durduğum telefondan sonunda ses gelmişti. Neredeyse uyuya kalacaktım.
"Afedersiniz ama tam on dakikadır cevap vermenizi bekliyorum." dedim sinirlenerek.
"Çok üzgünüz hanımefendi, çok fazla müşteri var. Size sıra anca gelebildi. Ne için aramıştınız?" dedi bıkkınca.
Çalışmak istemiyorsa neden çalışıyordu? Sadece kendini ve etrafındaki insanları yoruyordu. Sabah sabah bu bıkkınlık da neyin nesi? İnsanları her zaman garip bulmuşumdur.
"Her neyse, bana İstanbul'a acil bir bilet gerekiyor."
"Nereden?" dedi ve klavyeye vurma sesleri geldi.
"Ankara. Mümkün olursa bugün için olsun." dedim ve elime kağıt tükenmez kalem aldım. Kağıda darbe izleri bırakarak bu evin sahibine küçük bir not yazdım: "Bir süreliğine ayrılacağım. Bu ayın kirasını zaten abim ödemişti. Sonra ki ay için gerekirse geri döneceğim. Yardımınız için teşekkürler. -Biray Akıner."
"Tamam," dedi ve yine klavyeye vurma sesi geldi. "Kaç kişi? On sekiz yaş ve üzeri mi yoksa öğrenci mi?"
"Bir kişi, öğrenci." dedim. Ne kadar 'öğrenci' demek garibime gitsede.
"Peki ancak sadece siz mi gideceksiniz? Yani öğrencinin tek başına gitmesi sakıncalı. Sizinle birlikte gelebilecek biri yok mu?"
"Yok." dedim sessizce. Bu kelimenin böylesine can acıtabileceğini bilmiyordum. Yok. Bir kelimenin arkasındaki anlam o kadar büyük ki. Tek başınayım. Yalnızım. Tekim. Yanıyorum yalnızlıktan, ölüyorum!
"Tamam, sorun değil. Size eşlik edecek birini bulacağız. Siz bugün saat dörtte otobüsün kalkıcağı yerde olun. Fiyatını orada ödeyebilirsiniz: 70 lira." dedi telefondaki kadın. Bu sefer ses tonu yumuşaktı.
Yüzüme yerleşen küçük bir tebessümle teşekkür edip kapattım ve notumu buz dolabına yapıştırdım. Sonra hızlıca odama koşup dolaptaki bavulu yere indirdim ve açtım. Dolabımdaki her şeyi doldurmaya başladım. Kot pantalonlarım, sweatshirtler, T-shirtler, şortlar, ceket falan derken her şeyi tıkıştırmıştım. Son olarak da yanıma alacağım çantaya nüfus cüzdanı, telefon ve para koydum. Hazırdım. Fakat saat daha birdi. Oflayıp yatağa uzandım.
Tavandaki gece parlayan yıldızlara baktım. Buraya abimle ilk geldiğimizde yapıştırmasını istemiştim. İki yıldır oraya yapışıktılar. Her gece onlara bakıp ağlardım. Duvarlarla savaşırdım her gece. Küçük yumruklarımı her gece geçirirdim ama bir türlü yıkamazdım bu duvarları. Her gece ellerim ağlardı fakat onların gözyaşları kandı. Kıpkırmızıydı. Ölüm kokuyordu, her gece ellerim. Tavanımdaki bu plastik yıldızlar ise her şeyi izledi. Ancak tek bir kelime bile etmediler. Suskundular. Biliyorum, her zaman susacaklardı ancak hiç kimse bu plastik yıldızların yanında olmadığında haykırmak isteyecekler gerçekleri. Ama duvarlardaki benim kanım yine susturacak onları. Sonsuza kadar susacaklar. Yine, her zaman ki gibi.
Biri kapıya sertçe vurunca ürperdim ve yatakta doğruldum. Usulca kapıya yaklaştım ve delikten baktım. Yaşlıca bir kadın ve otuzlu yaşlarında bir adam duruyordu. Kadın tekrar kapıya vurup bağırdı.
"Kapıyı açın! Burada Biray Akıner adında kimsesiz çocuk var, onu götürmemiz gerekiyor. Lütfen, kapıyı açın!"
Hayır, hayır, hayır! Beni almaya geldiler, diğer kimsesiz çocukların yanına götürecekler! Ben çocuk esirgeme kurumuna gidemem ya da her ne haltsa! Ben kendime bakabilirim! Kaçmam gerekiyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Elem Rengi #Wattys2016
Roman pour Adolescents"Balık olmak istiyorum..." dedim fısıltıyla. "İsteme," dedi aniden bir ses. Geriye bakmak için döndüm. Ayakta dikilmiş gökyüzüne bakıyordu. Nereye baktığını anlamak için bakışlarını takip ettim. Aya bakıyordu. "Fil ol. Tilki tek başına yapamaz." G...